SOR BAKALIM Oğlum isteksizce Montparnasse'daki mezarlığın demir kapısından içeri giriyor benimle. "İnsan gününü böyle mi geçirir Paris'te ?" demek istiyor sanki. Diyor da, aslında. Fransızca biliyor kendisi. Bize kendiliğinden rehberlik eden ak saçlı mezarlık bekçisiyle konuşmaya başlıyor. Yavaşça doalşıyoruz biz de, üçümüz, sıra sıra mezarlar arasında. Bakıyorum, neredeyse herkes burda. Ortalık sessiz, sıcak; buraya ulaşmıyor sokağın gürültüsü. Bekçi denizaltını bulan adamın mezarına yöneltmek istiyor bizi, sonra da Maurice Chevalier'inkine. Ve üstü kırmızı güllerle örtülü, 28 yaşında ölen şarkıcı Nonnie'nin mezarına. Yazarların mezarlarını görmek istiyorum ben. Oflayıp pufluyor oğlum. Hiçbirini görmeye istekli değil. Yeterince görmüşmüş. Can sıkıntısı içinde, çaresiz, boyun eğiyor. Guy de Maupassant; Sartre; Sainte-Beuve; Gautier; Goncourt'şar; Paul Verlaine ve arkadaşı, Charles Baudelaire. Burada duruyoruz biraz. Bu adların ya da mezarların hiçbir ilgisi yok oğlumun ya da mezarlık bekçisinin düzenli hayatlarıyla. Onlar Fransızca konuşup şakalaşabiliyorlar bu güzel, pırıl pırıl güneşin altında. Ama birtakım adlar yazılmış Baudelaire'in taşına ve bunun nedenini anlamıyorum ben. Charles Baudelaire'in adı ömrü boyunca ona harçlık veren ve sağlığından kaygı duyan annesiyle hem kendisinden, hem de temsil ettiği her şeyden nefret ettiği o huysuz üvey babasının adları arasında "Sor bakalım, arkadaşına," diyorum oğluma. O da soruyor. Sanki kırk yıllık arkadaş oğlumla mezar bekçisi, beni de hoş tutmak istiyorlar. Bekçi bir şeyler söylüyor, sonra bir elini öbür elinin üstüne koyuyor. Böyle. Sonra bir daha yapıyor bunu. Bir elini öbürünün üstüne. Sırıtıyor. Omuz silkiyor. Oğlum açıklıyor bana. Ama önceden anlamıştım ben de. "Sandviç gibi, Baba," diyor oğlum. "Baudelaire sandviçi." Bunun üzerine üçümüz de yürüyoruz. Bekçi artık başka bir şeyle de ilgilenebilir. Piposunu yakıyor. Saatine bakıyor. Nerdeyse yemek saati. Bir kadeh şarap içebilir. "Sor bakalım," diyorum, "bu mezarlığa gömülmek ister mi öldüğünde. Nereye gömülmek istediğini sor." Oğlum çekinmeden bir şeyler söylüyor Ağzından çıkan tombeau ve mort sözcüklerini anlıyorum. Bekçi bir an duraklıyor. Belli ki aklı başka yerde. Denizaltı savaşları. Müzikhol, sinema. Yiyeceği yemek ve bir kadeh şarap. Çürümeyi değil, parçalanmayı değil, hayır. Yok olmayı, kendi ölümünü düşünmüyor. Bir bana bir oğluma bakıyor. Dalga mı geçiyoruz onunla ? Kötü bir şaka mı bu ? Selam verip uzaklaşıyor. Açık hava da oturabileceği, şapkasını çıkarıp saçlarını tarazlayabileceği, gülüşmeler ve sesler, çatal bıçak şangırtıları, kadeh çınlamaları duyulan, güneşin pencerelere ve kaldırıma, yapraklara ve masasına, kadehine ve ellerine yansıdığı bir kahveye yöneliyor. Raymond Carver