xxx

GÜLÜN ADI'ndan

ÜÇÜNCÜ GÜN

AKŞAM DUASINDAN SONRA

   .....

   Ubertino’yu Meryem yontusunun yanında buldum. Sessizce yanına gittim; bir süre (itiraf ederim) dua ediyormuş gibi yaptım. Sonra onunla konuşmak yürekliliğini gösterdim.

   “Kutsal peder” dedim ona, “sizden beni aydınlatmanızı ve bana öğüt vermenizi isteyebilir miyim?”

   Ubertino bana baktı; sonra elimden tutarak ayağa kalktı, beni bir sıraya götürdü, ikimizde oturduk. Bana sıkı sıkı sarıldı, soluğunu yüzümde duydu.

   “Sevgili oğlum,” dedi., bu zavallı günahkar senin için elinden gelen her şeyi seve seve yapar. Seni kaygılandıran nedir? İstekler, değil mi?” diye sordu, neredeyse kendisi de istekle. “Tensel istekler mi?”

   “Hayır,” diye yanıtladım, kızararak, “olsa olsa zihinsel istekler; çok şey isteyen...”

   “Bu kötülük işte. Tanrı her şeyi bilir, biz onun bilgisine tapmalıyız.”

   “Ama iyiyi kötüden ayırabilmeli, insan tutkularını da anlayabilmeliyiz. Ben bir çömezim, ama rahip ve papaz olacağım; kötülüğün nerede yapıldığını ve nasıl yapıldığını bilmeliyim; bu gün onu tanıyabilmek ve başkalarına da onu tanımayı öğretebilmek için.”

   “Bu doğru oğlum. Peki ne öğrenmek istiyorsun?”

   “Zararlı sapkınlık otunu, Peder,” dedim, inançla. Sonra bir solukta: “Başkalarını yoldan çıkaran kötü bir adamdan söz edildiğini duydum: Fra Dolcino diye biri.”

   Ubertino sustu, sonra karşılık verdi: “Doğru, William Birader’le dün ondan söz ettiğinizi duydum, ama tatsız bir öykü bu ondan söz etmek acı veriyor bana; çünkü (bu bakımdan bilmelisin bu öyküyü; ondan ders almak için) evet, ne diyordum, çünkü tövbe tutkusunun ve dünyayı arıtma isteğinin nasıl kan dökülmesine ve kıyıma yol açabileceğini öğretiyor.” Omzumu kavrayışını gevşeterek oturuşunu değiştirdi; ama bana bilgisini, ya da kim bilir, belki de sıcaklığını iletmek istercesine bir elini hala boynumdan çekmiyordu.

   “Öykü, Dolcino’dan başlar,” dedi, “ atmış yıldan daha önce ben daha çocuktum o zaman. Parma’daydı. Gherado Segarelli diye biri vaaz vermeye, herkesi bir tövbekar yaşamı sürmeye çağırıyor, ‘penitenziagate’ diye bağırarak sokaklarda dolaşıyordu; okumamış bir adamın söyleyişiydi bu; ‘ tövbe edin, çünkü göklerin hükümdarlığı yaklaşıyor’ demek istiyordu. Ardında gelenleri havariler gibi davranmaya çağırıyor, tarikatına Havariler tarikatı adının verilmesini, adamlarının sadakayla yaşayan yoksul dilenci rahipler gibi dünyayı dolaşmalarını istiyordu...’

   “Tıpkı Fraticello’lar gibi,” dedim. “Bu efendimizin ve sizin Francesco’nuzun buyruğu değil miydi?”

   “Evet, diye itiraf etti Ubertino, sesinde belli belirsiz bir duraksama ve bir iç çekişle. “Ama belki de Gherado abartıyordu. O ve çömezleri, papazların yetkisini, Aşai Rabbani’nin kutlanmasını, günah çıkarmayı tanımamakla ve başıboş dolaşmakla suçlandılar.”

   “Ama Tinci Fransiskenler de aynı şeyle suçlandılar. Bugünde Minoritler Papa’nın yetkesini tanımamak gerektiğini söylemiyorlar mı?”

   “Evet, ama papazların yetkesine değildir. Bizler de papazız. Bu şeyleri birbirinden ayırmak güçtür, oğlum. İyiyi kötüden ayıran çizgi öylesine incedir ki... Gherado bir yerde yanıldı; kendini sapkınlıkla lekeledi... Minoritler’in tarikatına girmek istedi, ama bizim papazımız onu kabul etmediler. Günlerini kardeşlerimizin kilisesinde geçiriyordu; orada havaların ayaklarına sandalet giymiş, omuzlarına pelerin atmış resimlerini görünce saçlarını uzattı, sakal bıraktı, ayaklarına sandalet giydi, Minoritler gibi ip taktı; çünkü yeni bir tarikat topluluğu kurmak isteyen herkes, ermiş Francesco’nun tarikatından mutlaka bir şey alır.”

   “Öyleyse doğru yoldaydı...”

   “Ama bir yerde yanıldı... Ak bir tunik üstüne ak bir pelerine sarınmış, uzun saçlarıyla saf insanlar arasında ermişlik ünü kazandı. Bir küçük evini sattı; parayı alınca da, eski zamanlarda komin başkanlarının üzerine çıkıp söylev çektikleri gibi bir taşın üstüne çıktı. Altın paralarla dolu küçük torbayı eline aldı; onları saçmadı, yoksullara da dağıtmadı; oralarda zar atan birkaç serseriyi çağırıp parayı ortalarına saçtı. ‘Kim isterse alsın,’ dedi. Bunun üzerine serseriler paraları aldılar, gidip kumarda harcadılar; yaşayan Tanrıya küfrettiler; parayı onlara veren, sözlerini işitiyor ama yüzü kızarmıyordu.”

   “Ama Francesco da her şeyinden vazgeçmişti; bugün William’dan onun gidip kuzgunlara, atmacalara, cüzamlılara, kendilerine erdemli diyen insanların toplumunun dışına ittiklerini ayaktakımına vaaz verdiğini dinledim...”

   “Evet, ama Gherardo yanında Francesco kutsal kiliseyi karşısına almadı hiç; hem İncil yoksullara verin der, serserilere değil. Gherado verdi ve karşılığında hiçbir şey almadı; çünkü o kötülere vermişti; kötü başladı,, kötü sürdürdü, sonu da kötü oldu; çünkü topluluğu Papa X. Gregorgia tarafından onaylanmıyordu.”

   “Belki de,” dedim, “o, Francesco’nun tarikatını onaylayan Papa’dan daha az geniş görüşlü bir papaydı...”

   “Doğru ama Gherardo bir yerde yanıldı; oysa Francesco tam tersine, ne yaptığını çok iyi biliyordu. Sonuç olarak, oğlum, ansızın Sözde Havari kesilen bu domuz ve inek çobanları, Minorit rahiplerinin öylesine büyük çabalarla ve öylesine yiğitçe yoksulluk örnekleri vererek eğitilmiş oldukları insanların sadakalarıyla, hiç ter dökmeyen keyif içinde yaşamak istiyorlardı! Ama önemli olan bu değil,” diye ekledi hemen. “Önemli olan şu: hala Yahudi olan havarilere benzemek için Gherardo Sagerelli kendisini sünnet ettirdi; buysa Pavlos’un Galiçyalılara söylediği sözlere ters düşüyordu, biliyorsun, bir çok ermiş insan, gelecekte ortaya çıkacak olan Deccal’ın sünnetli ırktan olacağını öne sürüyor... Ama Gherardo daha da kötüsünü yaptı: Saf insanları çevresine toplayıp ‘Hadi gelin benimle, bağa gidiyoruz,’ diyordu; onu tanımayanlar da, onun sanarak başkasının bağına gidiyorlar, başkasının üzümlerini yiyorlardı...”

   “Ama Minoritler özel mülkiyeti savunmuyorlardı.” Dedim küstahça.

   Ubertino dik dik yüzüme baktı. “Minoritler yoksul olmak istiyorlar, ama hiçbir zaman başkalarından yoksul olmalarını istemediler. İyi Hıristiyanlar’ın mallarına ceza görmeksizin göz koyamazsın; sonra iyi Hıristiyanlar sana haydut damgasını vururlar. Gherardo’ ya da böyle oldu. Sonunda onu (dikkat et doğru mu değil mi, bilmiyorum, ben de o kimseleri tanıyan rahip Salimbene’nin sözlerine dayanarak söylüyorum) isteminin gücünü ve erdenliğini sınamak için, cinsel ilişkide bulunmak için bazı kadınlarla yattığı söylendi; çömezleri de ona öykünmeye kalkışınca sonuç bambaşka oldu... Ama bunlar bir oğlan çocuğunun bilmemesi gereken şeyler, kadın Şeytan’ın arabasıdır... Gherardo, ‘penitanzıagite’ diye bağırmaya sürdürüyordu; ama çömezlerden biri, Guido Putagio, grubun yönetimini ele geçirmeye çalıştı; Roma kilisesinin kardinalleri gibi, birçok atlıyla birlikte büyük bir tantana içinde dolaşıyor, har vurup harman savuruyor, şölenler veriyordu. Sonra tarikatın önderliğini ele geçirmek için birbirlerine düştüler; çok kötü şeyler oldu. Ama bütün bunlara karşın, birçok kimse  Gherado’ya katıldı; yalnızca köylüler değil, kentliler, lonca mensupları da; Gherardo onları çıplak İsa’nın izinden gidebilmeleri için çırılçıplak soydu; dört bir yana vaaz vermeye gönderdi.”

 

   .....

   “Ne demek istiyorsunuz?”

   “Bunlar senin bilmemen gereken şeyler. Neyse madem ki bir kez konuştuk, hem senin iyiyi kötüyü ayırabilmen gerek...” bir kez daha duraksadı,” “sana şunu söyleyeyim, burada, manastırda kilercinin bazı ayartmalarına karşı direnemediği konusunda bazı dedikodular işittim. Ama bunlar söylenti. Sen böyle şeyleri aklına bile getirmemeyi öğrenmelisin.” Beni yeniden kendine çekti, sımsıkı sarıldı. Meryem Ana’nın heykelini gösterdi: “Temiz sevgiyi öğrenmelisin. İşte kadınların yüceltildiği varlık. Bu nedenle Türkler Türküsü’ndeki sevgili gibi ona güzel diyebilirsin. Onda,” dedi, yüzü tıpkı bir gün önce Başrahip’in, değerli taşlarından ve altından yapılmış kutsal kapılardan söz ettiği zamanki yüzü gibi, içten gelen bir ışıkla ışıl ışıldı, “bedeninin inceliği bile göksel güzelliklerin bir belirtisidir; bu nedenle de yontucu, bir kadını süslemesi gereken tüm inceliklerle yansıtmış onu, “Meryem Ana’nın, Çocuk İsa’nın minicik ellerinin oynamakta olduğu çapraz bağcıklı giysisi içinde dimdik ve sımsıkı duran ince gövdesini gösterdi. “Görüyor musun? Çünkü hafifçe öne çıkık belli belirsiz kabarık, kösnülcü taşıyan, basık ama yassı olmayan göğüsler de güzeldir...” Bu güzel mi güzel görünüm karşısında ne duruyorsun?”

   İçimde bir ateş yanmış kıpkırmızı kesildim. Ubertino bunu anlamış olmalıydı, ya da yanaklarımın kızardığını fark etmiş; çünkü hemen ekledi: “Doğaüstü sevginin ateşini, duyuların bayıltıcılığından ayırt etmeyi öğrenmelisin. Ermişler için bile güç bir şeydir bu.”

   “Peki ama, iyi sevgi nasıl anlaşılır?” diye sordum ürpererek.

   “Sevgi nedir? Dünyada bana sevgi kadar anlaşılmaz gelen hiçbir şey yoktur; ne insan, ne şeytan ne de başka bir şey; çünkü sevgi her şeyden daha çok işler ruha. Yüreği böylesine kaplayan, böylesine bağlayan hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, onu yöneten silahlar olmayınca ruh, derin bir uçuruma atılırcasına sevgiye atılır. Şuna inanıyorum ki, Margherita’nın baştan çıkarıcılığı olmasaydı, Dolcino kendi kendini lanetlemezdi; Parate Calva’daki pervasız açık saçık yaşam olmasaydı, Dolcino’nun başkaldırmasının büyüsüne daha az insan kapılırdı. Dikkat et, bunları sana Şeytan işi olduğu için doğal olarak herkesin sakınması gereken kötü sevgi için söylemiyorum yalnızca; Tanrıyla insan, komşuyla komşu arasındaki iyi sevgi içinde söylüyorum, hem de büyük bir korkuyla. Çoğu kez,, iki ya da üç kişi, erkek ya da kadın, birbirlerini yürekten severler; karşılıklı özel bir düşkünlük beslerler birbirlerine; birbirlerine yakın olmak isterler; birbirlerinin dileğini ötekide ister. İtiraf ederim ki, ben de Angele ve Chiara gibi erdemli kadınlara bu tür bir sevgi duydum. Bu sevginin, tinsel bir sevgide olsa Tanrı adına da duyulsa, kınanması gerekir... Çünkü ruhun duyduğu sevgi  bile, önceden silahlanmazsa, sıcaklıkla duyumsanırsa, sonunda yüceliğini bitirebilir ya da karmaşık bir duruma gelebilir. Ah, sevginin bir çok özelliği vardır; Ruh önce yumuşar, sonra hasta düşer... ama sonra Tanrısal sevginin gerçek sıcaklığını duyar; o zaman ağlar, inler, eriyip kireç olması için ocağa atılan taşa döner; çatırdar, alevler dalar onu...

   “Peki, iyi sevgi bu mudur?”

   Ubertino başını okşadı; ona bakarken, gözlerinin yaşlarla nemlendiğini gördüm. “Evet, sonunda bu, iyi sevgidir.” Elini omzumdan çekti. “Ama ne zordur,” diye ekledi, “onu ötekinden ayırmak ne zordur. Bazen ifritler ruhunu kışkırtınca boynundan asılmış bir adama benzersin tıpkı; elleri arkasına bağlanmış, gözleri bantlanmış darağacında asılı kalır; ama gene de yaşar; hiçbir yardım, hiçbir destek hiçbir umar olmaksızın boşlukta sallanır durur...”

   Yüzü yalnızca gözyaşlarıyla değil, belli belirsiz bir ter tabakasıyla ıslanmıştı. “Şimdi git,” dedi bana çabuk çabuk. “Bilmek istediğini anlattım sana. Bir yanda melekler korosu, bir yanda cehennemin açık ağzı. Git şimdi, Tanrı’ya övgüler olsun.” Yeniden Meryem Ana’nın karşısında yere kapandı, usul usul hıçkırdığını duydum. Dua ediyordu.

 

YEDİNCİ GÜN

GECE

   Kendimizi yedigen biçiminde öteki üç kör odaya benzeyen bir odanın eşiğinde bulduk. Havasızlıktan ve nemden yumuşamış kitapların ağır kokusu egemendi odaya. Yüksekte tuttuğum lamba önce tonozu aydınlattı, sonra koluma aşağıya, sağa sola oynattım; alev duvar boyunca sıralanmış uzaktaki rafların üstüne belli belirsiz ışıklar düşürdü. Sonunda, odanın ortasında üstü kağıtlarla tepeleme dolu bir masa gördük. Masanın arkasında, biri oturmuş sanki, karanlıkta hiç kıpırdamadan bizi bekliyordu; eğer hala sağsa elbette. Daha ışık yüzünü aydınlatmadan William seslendi.

   “Mutlu geceler Jorge,” dedi, “Bizi mi bekliyordun?”

   Lamba şimdi, bizim birkaç adım ötemizde sanki görüyormuş gibi bizi bakmakta olan yaşlı adamın yüzünü aydınlatıyordu.

   “Sen, Baskerville’li William mısın?” diye sordu. “Bugün öğleden sonra gün batımından önce buraya kapandığımdan beri seni bekliyordum. Geleceğini biliyordum.”

   “Peki Başrahip diye sordu William. “Gizli merdivende kıpırdayan o mu?” Jorge bir an duraksadı: “Daha sağ mı?” diye sordu. “Havasızlıktan çoktan boğulduğunu sanıyordum.”

   “Konuşmaya başlamadan önce onu kurtarmak istiyordum,” dedi William. “Buradan açabilirsin.”

   “Hayır,” dedi Jorge, yorgun, “artık yapamam. Düzenek aşağıdan çalıştırılıyor, levhaya basınca burada bir manivelayı harekete geçiriyor, o da orada dipte, şu dolabın arkasındaki bir kapıyı açıyor.” Başıyla omzunun arkasını işaret etti. “Dolabın yanında üstüne bazı ağırlıklar asılı bir tekerlek göreceksin; düzeneği yukarıdan çalıştırır o. Tekerleğin dönmeye başladığını işitince, Abbone’nin aşağıda olduğunu anladım; ağırlıkların asılı olduğu ipi hızla çektim; koptu. Şimdi geçidin iki tarafı da kapalı; düzeneği onarmak olanaksız. Başrahip öldü.”

   “Onu niçin öldürdün?”     

   “Bugün beni çağırttığında, senin sayende her şeyi keşfettiğini söyledi. Saklamaya çalıştığım şeyin ne olduğunu hala bilmiyordu. Kitaplığın hazinelerinin ve sırlarının ne olduğunu hiçbir zaman kesin anlamadı. Benden bilmediği şeyi açıklamamı istedi. Finis Africae’nın herkese açılmasını istedi. İtalyanlar ondan benim ve benden önce gelenler tarafından sürdürüldüğünü söyledikleri gizeme son vermesini istemişlerdi. Yeni şeyler öğrenme tutkusu dürtüyordu onları...”

   “Sen de ona buraya gelip ötekilerin yaşamına son verdiğin gibi, kendi yaşamına son vereceğine söz verdin; böylece manastırın onuru kurtulacak, hiç kimse bir şey bilmeyecekti. Sonra buraya nasıl girileceğini gösterdin ona; daha sonra gelip kontrol etmesi için. Oysa onu öldürmek için burada bekliyordun. Aynadan girebileceğini düşünmedin mi?”

   “Hayır, Abbone ufak tefektir, kendi kendine ayete ulaşması olanaksızdı. Onu yalnız benim bildiğim öteki geçidi gösterdim. Yıllardır o geçidi kullanıyorum, çünkü karanlıkta daha kolay oluyor. Şapale gidip geçidin sonuna dek ölü kemiklerini izlemem yetiyordu...”

   “Böylece onu buraya getirdin; öldürmek için...”

   “Artık ona güvenemezdim. Korkuyordu. Fassonova’da bir cesedi bir sarmal merdivenden indirmeyi başardığı için ün kazanmıştı. Hak etmediği bir ün. Şimdi kendi merdiveninden çıkmayı beceremediği için de öldü.”

   “Demek kırk yıl bu merdiveni kullandın. Yavaş yavaş kör olduğunu ve artık kitaplığı denetleyemeyeceğini anlayınca kurnaz davrandın. Güvenebileceğin bir adamı  Başrahip seçtirdin; kütüphaneci olarak önce Bobbio’lu Roberto’yu atamasını sağladın; dilediğin gibi yöneteceğin bir adamdı bu; sonra da Malachi’yi. Yardımına ihtiyacı vardı, sana danışmadan adam atamıyordu. Kırk yıl bu manastırı yönettin. İtalyan’ların bilincine vardığı şey buydu; Alinardo’nun durmadan yinelediği şey buydu. Ama hiç kimse onu dinlemiyordu, çünkü onu deli sanıyorlardı, doğru söylüyor muyum? Ama şimdi de beni bekliyordun; aynanın arkasındaki geçidi de kapatamazdın; çünkü düzenek duvara gömülüydü. Beni niçin bekliyordun? Geleceğime nasıl bu denli güveniyordun?” diye sordu William; ama sesinin tınısından, yanıtı çoktan kestirdiği ve yeteneğinin ödülü olarak bu yanıtı beklediği açıkça anlaşılıyordu.

   “Daha ilk günden senin anlayacağını anlamıştım. Sesinden beni konuşulmasını istemediğim bir konuda tartışmaya sürüklemenden. Ötekilerden daha iyiydin sen; ne olursa olsun çözüme varacaktın. Biliyorsun, düşünmek ve karşıdakinin düşüncelerini kendi kafanda oluşturmak yeter. Sonra, öteki rahiplere sorular sorduğunu işittim; tümü de yerinde olan sorular. Ama kitaplığa ilişkin hiç soru sormadın; her gizini biliyormuşsun gibi. Bir gece gelip hücrenin kapısını tıkladım; içeride yoktun. Burada olduğun kuşkusuzdu. Mutfaktan iki lamba eksilmişti; bir hizmetçi söylerken işitmiştim. Son olarak önceki gün dış dehlizde, Severinus bir kitap hakkında seninle konuşmaya geldiği zaman, izimde olduğunu kesinlikle anladım.”

   “Ama kitabı benden çalmayı başardın. O zamana değin hiçbir şey anlamamış olan Malachi’ye gittin. Kıskançlığının dürüstlüğüyle, Adelmo’nun, artık kendisininkinden daha genç bir etin özlemini duyan, taptığı Berengar’ını elinden aldığı düşüncesine saplanmış kalmıştı, budala. Venentius’un bu işle ne ilgisi olduğunu anlamıyordu; sen de kafasını daha çok karıştırdın. Belki de ona, Berengar’ın Severinus’a ödül olarak Finis Africae’dan bir kitap verdiğini söyledin. Ona ne söylediğini kesin olarak bilmiyorum. Kıskançlıktan çılgına dönen Malachi gidip Severinus’u öldürdü. Ama kendisine tanımladığın kitabı arayacak vakit bulamadı; çünkü tam o sırada kilerci içeriye girdi. Böyle mi oldu?”

   “Aşağı yukarı.”

   “Ama Malchi’nin ölmesini istemiyordun. Belki de Finis Africae’deki kitaplara hiç bakmamıştı. Çünkü sana güveniyordu; yasaklarına boyun eğiyordu. Akşamları gizlice içeri girmeye kalkışacak meraklıları korkutmak için otlar hazırlamakla yetiniyordu. Severinus veriyordu otları ona. Severinus’un önceki gün Malachi’nin hastaneye girmesine izin vermesinin nedeni buydu: Başrahip’in buyruğuyla her gün hazırladığı taze otları almak için Malachi’nin oraya yaptığı günlük ziyaretti bu. Doğru tahmin etmiş miyim?”

   “Evet doğru tahmin ettin. Malachi’nin ölmesini istemiyordum. Ne pahasına olursa olsun kitabı bulup açmadan geri getirmesini istedim ondan. Kitabın bir akrebin gücüne sahip olduğunu söyledim. Ama deli ilk kez kendi istemiyle davrandı. Ölmesini istemiyordum: güvenilir bir ajandı. Ama bildiklerini yineleyip durma bana: bildiğini biliyorum. Kendini beğenmişliğini pohpohlamak istemiyorum; sen kendin yapıyorsun bunu zaten. Bu sabah yazı salonunda Benno’yu Coenna Cypriani hakkında sorguya çektiğini işittim. Gerçeğe çok yaklaşmıştın. Aynanın gizini nasıl keşfettiğini bilmiyorum; ama Başrahip’ten ona Finis Africae’dan söz ettiğini öğrenince çok geçmeden buraya geleceğini anladım. Bunun için bekliyordum seni. Şimdi ne istiyorsun?”

   “İçinde bir Arapça, bir Süryanice metin ve Coena Cypriani’nin bir yorumunun bulunduğu cildin son nüshasını görmek istiyorum. Belki de bir Arap ya da bir İspanyol tarafından çevrilmiş Yunanca nüshasını görmek istiyorum. Rimini’li Poulo’nun yardımıyla, İncil’in Leon ve Castiglia tarafından kopya edilmiş en güzel nüshalarına elde etmek için seni ülkene göndermelerini sağladın; bu yağma, sana manastırda ün ve saygınlık kazandırdı oysa, senden on yaş daha büyük olan Alinardo’ya düşüyordu bu görev. O zaman çok az bulunan senin ülkende Burgos yakınlarında Silos’ta yapılmakta olan keten kağıdına yazılmış o Yunanca nüshayı görmek istiyorum. Oradan aşırdığın kitabı görmek istiyorum; okuduktan sonra başkalarının okumasını istemediğin için onu burada sakladın, kurnazca korudun, ama yok etmedin; çünkü senin gibi bir adam bir kitabı yok etmez; onu yalnızca korur ve hiç kimsenin ona dokunmaması için önlem alır. Aristo’nun Poetica’sının ikinci kitabını da görmek istiyorum; herkesin yittiğini ya da hiçbir zaman yazılmamış olduğunu söylediği, belki de biricik nüshasını senin sakladığın kitabı.”

   “Sen ne olağanüstü bir kütüphaneci olurdun, William,” Jorge, hayranlıkla ve açıklık karışımı bir sesle. “Demek her şeyi biliyorsun. Gel, masanın yanında, senin durduğun tarafta bir tabure olacak. Otur, işte ödülün.”

   William oturdu; ona uzattığım lambayı, Jorge’nin yüzünü alttan aydınlatacak biçimde koydu. Yaşlı adam önünde duran kitabı alıp ona uzattı. Cildini tanıdım; hastane de açtığım Arapça bir el yazması sandığım kitaptı bu.

   “Oku öyleyse; çevir sayfaları, William,” dedi Jorge. “Sen kazandın.”

   William kitaba baktı, ama dokunmadı. Binişinden bir çift eldiven çıkardı; parmak uçları açık olan kendi eldivenlerini değil, ölü bulduğumuz zaman Severinus’un ellerinde olan eldivenleri. Aşınmış kolayca yırtılabilecek, denli örselenmiş cildi yavaş yavaş açtı. Yaklaştım; omzunun üstünden eğildim. Jorge, o çok kesin işitme duyarlılığıyla, yaptığım gürültüyü işitti. “Sende mi buradasın, evlat? Sana da göstereceğim... sonra.”

   William ilk sayfalara çabucak göz attı. “Kataloga göre budalanın birinin özdeyişiyle ilgili Arapça bir elyazması bu,” dedi. “Konusu ne?”

   “Kafirlerin budalaca söylenceleri; budalanın din adamlarını bile şaşırtan, halifelerinin hoşuna giden zekice sözleri olduğunu öne sürüyor...”

   “İkincisi Süryanice bir el yazması, ama kataloga göre simyayla ilgili bir Mısır kitapçığının çevirisi. Burada ne işi var?”

   “Çağımızın üçüncü yüzyılından kalma bir Mısır yapıtıdır o. Ondan sonraki yapıtla uyum içinde, ama daha az tehlikeli: Afrikalı bir simyacının suçlamalarına kimse kulak vermez... Dünyanın yaratılışını Tanrısal gülüşe bağlıyor...” Yüzünü kaldırıp gözlerinin henüz iyi gördüğü zaman okumuş olduğu şeyleri hemen hemen kırk yıldır yineleyen bir okuyucunun olağanüstü belleğiyle okumaya başladı. “Tanrı güler gülmez yedi ilah doğdu ve dünyayı yönetti, kahkahalarla gülünce ışık belirdi; ikinci gülüşünde su oldu; gülüşünün yedinci gününde ruh oldu... Çılgınlık. Bundan sonra gelen de, tıpkı onun gibi Coena’yı açımlamaya koyulan binlerce deliden birinin yapıtı... Ama seni ilgilendiren bunlar değil.”

   William gerçekten de sayfaları çabuk çabuk çevirerek Yunanca metne gelmişti. Yaprakların değişik ve daha yumuşak bir başka maddeden yapıldığını hemen gördüm; birincisi neredeyse yırtılmış, kenarlarının bir kısmı yenmiş, genellikle zamanın nemin başka kitaplarda oluşturduğu türden soluk lekelerle beneklenmişti. William ilk dizeleri okudu; önce Yunanca okuyor, sonra Latince’ye çeviriyordu; sonra Latince okumayı sürdürdü; öyle ki ben bile o uğursuz kitabın nasıl başladığını anlayabildim.

  

   Birinci kitapta tragedyayı ele almış acıma ve korku esinleyerek, nasıl bu duygulardan aranma sağladığını görmüştük. Söz verdiğimiz gibi, şimdi de güldürüyü (aynı zamanda hiciv ve mimi) ele alacak ve gülünç olandan zevk almaya esinleyerek, bu duyguyu sonunda nasıl arıttığını göreceğiz. Bu tutkunun – hayvanlar arasında yalnızca – insanoğlunun gülme yeteneğine sahip olması açısından incelemeye değdiğini, daha önce ruhla ilgili kitapta söylemiştik. Şimdi de, hangi davranış tipinin güldürü mimesis’ini oluşturduğunu betimleyeceğiz; sonra güldürünün hangi araçlarla gülmeye yol açtığını inceleyeceğiz; bu araçlar davranış ve konuşmadır. Davranışların gülünçlüğün nasıl, en iyinin en kötüyle ve tam tersine en kötünün en iyiyle benzeşleştirilmesinden, yanıltarak şaşırtmadan, olanaksızdan, doğa yasalarının çiğnenmesinden, ilişkisiz ve neden-sonuç bağlantısı olmayan şeylerden, kişiliklerin aşağılanmasından, gülünç ve kaba pantomimden, uyumsuzluktan ve en az değerli şeylerin seçilmesinden doğduğunu göstereceğiz. Daha sonra, sözel gülünçlüğün nasıl değişik anlamlara gelen benzer sözcüklerle, benzer anlamlara gelen, değişik sözcüklerin iki türlü anlaşılmasından, gevezelikten ve yinelemeden, söz oyunlarından, küçültmelerden, telaffuz yanlışlıklarından ve kabalıklardan doğduğunu göstereceğiz....

 

   William çevirmekte güçlük çekiyordu; doğru sözleri arıyor, ara ara duraklıyordu. Çevirdikçe, bulmayı beklediği şeyleri tanımış gibi gülümsüyordu. İlk sayfayı yüksek sesle okudu; sonra daha çoğunu öğrenmek onu ilgilendiriyormuş gibi durdu ve bundan sonraki sayfaları çabuk çabuk çevirdi. Ama birkaç sayfa sonra kağıtların direnciyle karşılaştı; çünkü sağ üst köşede ve üst kenarda kağıdımsı madde – nemden ve çürümekten- yapışkan bir madde oluşturduğunda olduğu gibi, bazı sayfalar birbirine yapışmıştı; Jorge çevrilen sayfaların hışırtısının durduğunu anladı; devam etmesi için William’ı destekledi.

   “Devam et, oku, çevir sayfaları. Kitap senin, onu kazandın.”

   William güldü; oldukça eğlenmiş görünüyordu. “Öyleyse beni o denli zeki bulduğun doğru değil, Jorge! Sen görmüyorsun, ama elimde eldiven var. Böylesine hantallaşmış parmaklarla sayfaları birdenbire ayıramıyorum. Çıplak elle parmaklarımı dilimle ıslatarak sürdürmem gerekiyor; bu sabah yazı salonunda okurken yaptığım gibi; o zaman birden o gizemde açıklığa kavuştu benim için. Sayfaları çevirmeyi böyle sürdürmeliyim; ağzıma yeterince zehir bulaşmayıncaya değin. Uzun zaman önce, bir gün Severinus’un laboratuvarından aldığın zehirden söz ediyorum. Belki daha o zaman kaygılandın; çünkü birinin yazı salonunda, Finis Africea’yle ya da Aristo’nun yitik kitabıyla ya da her ikisiyle de ilgilendiğini işitmiştin.. kanımca, tehlike sezer sezmez kullanmak için şişeyi uzun zaman sakladın. Bunu günlerce önce sezinledin; Venantius kitabın konusunu çok fazla yaklaştığı zaman; bir de, Berengar hafifliğinden, boş gururundan Adelmo’yu etkilemek için umduğundan daha az giz tutan biri olduğunu gösterdiğinde. Bunun üzerine buraya gelip tuzağını kurdun. Tam zamanında, çünkü birkaç gece sonra Venantius buraya girdi, kitabı çaldı, neredeyse fiziksel bir aç gözlülükle sayfalarını çevirdi. Çok geçmeden kendini kötü hissetti; yardım istemek için mutfağa koştu. Orada da öldü. Yanılıyor muyum?”

   “Hayır. Devam et.”

   “Gerisi basit. Berengar Venantius’un ölüsünü mutfakta buluyor, soruşturulma yapılmasından korkuyor; çünkü ne de olsa Venantius gece Aedificium’a Berenger’in daha önce Adelmo’ya yaptığı açıklamalar sayesinde girmişti. Ne yapacağını bilmiyor; cesedi sırtına yüklüyor ve onu içi kan dolu küpe atıyor; herkesin Venantius’un boğulduğuna inanacağını düşünerek.”

   “Peki böyle olduğunu sen ne biliyorsun?”

   “Sen de biliyorsun. Berengar’ın hücresinde kana bulanmış bir bez parçası bulduklarında nasıl tepki gösterdiğini gördüm. Düşüncesiz adam, Venantius’u fıçıya attıktan sonra bu kumaşa ellerini silmişti. Ama Berenger ortadan kaybolduğuna göre, olsa olsa kitapla birlikte kaybolmuş olabilirdi; çünkü artık kitap onun da ilgisini çekmeye başlamıştı. Sense onu bir yerde bulmalarını bekliyordun; kana bulanmış olarak değil, zehirlenmiş olarak. Bundan sonrası açık. Severinus kitabı buluyor, çünkü Berengar onu saygısız gözlerden ırak, güvenlik içinde okuyabilmek için hastaneye gitmişti. Malachi senin kışkırtmanla Severinus’u öldürüyor, sonra kendisi de ölüyor, katil olmasına yol açan o nesnede böylesine yasak olan şeyin ne olduğunu anlamak için dönüp buraya geldiği zaman kendisi de ölüyor. Böylece, bütün cesetler için bir açıklama var elimizde... Amma aptallık...”

   “Aptal olan kim?”

   “Ben. Alinardo’nun bir sözü yüzünden, cinayetler dizisinin İncil’deki yedi borazanın ritmine uygun olduğuna inanmıştım. Adelmo için fırtına; oysa onun ölümü bir intihardı. Venantius için kan; oysa Berengar’ın tuhaf bir düşüncesinden ötürü ölmüştü. Berengar için su; oysa onun ki bir rastlantı sonucuydu. Severinus için gök kubbenin üçte biri; oysa Malachi kafasına yer küre ile vurmuştu. Çünkü elinin altında bulduğu tek uygun şey oydu. Son olarak Malachi için akrepler... Kitabın bin akrep gücünde olduğunu niçin söyledin ona?”

   “Senin yüzünden. Alinardo bana düşüncesini açıklamıştı. Sonra birinden senin de bu düşünceye inandırıcı bulduğunu işittim... O zaman bu yok oluşları tanrısal bir taslağın yönettiğine, benim hiçbir sorumluluğum olmadığına inandım. Malachi’ye meraka kapılacak olursa, onun da aynı tanrısal taslağa göre yok olacağını söyledim; gerçekten de öyle oldu.”

   “Demek böyle... suçlunun davranışlarını açıklamak için yapmacık bir plan kurdun; suçlu da bana uydu. Beni senin izine götüren de bu yapmacık plan. Bugünlerde herkes Yuhanna’nın İncil’ini bir saplantı haline getiriyor; ama onu en çok düşünen senmişsin gibi geliyordu bana; Deccal’a ilişkin düşüncelerinden çok, en güzel İncil’leri üretmiş olan ülkeden geldiğin için. Bir gün birisi bana, İncil’in en güzel kopyalarını kitaplığa senin getirmiş olduğunu söyledi. Sonra, bir başka gün, Alinardo Silos’a, kitap aramaya gönderilmiş gizemli bir düşman hakkında saçma sapan şeyler söyledi: (bu düşmanın vaktinden önce karanlıklar ülkesine döndüğünü söylediğinde merakım uyandı): o anda, sözünü ettiği adamın genç yaşta öldüğünü anlatmak istediği sanılabilirdi; oysa senin körlüğünü anlatmak istiyordu. Silos, Burgos’a yakın; bu sabah katalogda, senin Rimini’li Paola’nın yerine getirdiğin ya da geçmek üzere olduğun dönemde alınmış, hepsi de İspanyolca İncil’lere ilişkin bir dizi kitap gördüm, aralarında bu kitapta vardı. Çalınan kitabın keten kağıdından yapıldığını öğreninceye dek tahminimin doğruluğundan emin olamadım. O zaman Silos’u anımsadım ve onun zehirleyici gücü düşüncesi biçimlenmeye başladıkça, yavaş yavaş cinayetlerin İncil’e ilişkin bir görüntüye göre işlendiği düşüncesi siliniyordu; ama hem kitabın, hem de borazanların nasıl olup da seni gösterdiklerini anlayamıyordum. İncil’deki olayları dizisinin ışığında ve senin gülme konusundaki görüşlerini gittikçe daha çok düşünmek zorunda kalınca kitap öyküsünü daha iyi anladım. Böylece, bu akşam İncil’deki plana artık inanmaz olunca, ahırları gözetmekle direndim; orada salt bir rastlantı sonucu, Adso bana Finis Africea’ya girmenin ipucunu verdi.”

   “Seni anlayamıyorum,” dedi Jorge. Mantığına uyarak beni nasıl bulunduğunu anlatmaktan gurur duyuyorsun; ama bir yandan da, buraya yanlış bir mantık sonucu ulaştığını gösteriyorsun. Bana ne söylemek istiyorsun?”

   “Sana hiçbir söylemek istemiyorum. Canım sıkkın, o kadar. Ama önemi yok. Buradayım ya.”

   “Efendimiz yedi borazanını çalıyordu. Sen yanlışlıkla da olsa, o senin karışık bir yankısını işittin.”

   “Bunu dün akşam ki vaazında da söyledin. Bir katil olduğunu kendi kendinden gizleyebilmek için, bütün bunların tanrısal bir tasarıya göre olup bittiğine kendini inandırmaya çalışıyorsun.”

   “Ben hiç kimseyi öldürmedim. Hepsi de, işledikleri günahtan ötürü, kendi yazgısına uygun olarak öldü. Ben yalnızca bir araçtım.”

   “Dün Yahuda’nın da bir araç olduğunu söyledin. Ama bu onun lanetlenmiş olmasını ortadan kaldırmaz.”

   “Lanetlenme tehlikesini göze alıyorum. Tanrı beni bağışlayacaktır; çünkü O’nu yüceltmek için böyle davrandığımı biliyor. Görevim kitaplığı korumaktı.”

   “Birkaç dakika önce beni de öldürmeye hazırdın, bu çocuğu da...”

   “Sen daha incesin ama ötekilerden daha iyi değilsin.”

   “Şimdi tuzağa düşmediğime göre ne olacak?”

   “Göreceğiz,” diye yanıtladı Jorge. “İlle de ölmeni istemiyorum senin: Belki seni ikna etmeyi başardım. Ama önce söyle bana. Kitabın Aristo’nun ikinci kitabı olduğunu nasıl anladın?”

   “Gülmeyi karşı yağdırdığın lanetler ya da başkalarıyla yaptığın tartışmalara ilişkin olarak öğrenebildiklerim benim için yeterli değildi, kuşkusuz. Venantius’un bıraktığı bazı notlar yardımcı olduğu bana. Önce bunların anlamını anlamadım. Ama yerde yuvarlanan utanmaz bir taşa, yerin altından şarkı söyleyecek olan ağustos böceklerine, saygın incir ağaçlarına değiniyordu. Buna benzer bir şey okumuştum daha önce: Son birkaç gün içinde bunu doğruladım. Bunlar, Aristo’nun Poetica’sını birinci kitabıyla, Rhetorica’da verdiği örnekler. Sonra, Sevilla’lı Isıdor’un gülmeyi, el değmemişliğin kirletilmesi ve fahişe aşkı diye nitelendirdiğini anımsadım... Yavaş yavaş bu ikinci kitap zihnimde olması gerektiği gibi biçimlendi. Beni zehirlemesi gereken sayfaları okumadan da hemen hemen tümünü anlatabilirim sana. Güldürü, bir yemeğin ya da bir şölenin ardından yapılan neşeli kutlama törenleri olarak korai’de ya da köylerde doğar. Ünlü ve güçlü kişilerin değil, aşağılık ve gülünç ama kötü olmayan insanların başlarından geçenleri anlatır; baş kişilerin ölümüyle sonuçlanmaz. Sıradan insanların eksiklik ve kusurlarını göstererek gülünç etkisi yaratır. Burada Aristo gülme eğilimini iyi bir güç olarak görüyor; zekice bilmeceler ve beklenmedik kapalı benzetimler aracılığıyla eğitici bir değer de taşıyabilir güldürü; sanki yalan söylüyormuş gibi nesneleri olduklarından daha başka göstererek, gerçekte bize onları daha iyi bakmaya ve nesneler aslında böyle işte, ben bilmiyordum, demeye zorlar. İnsanların ve dünyanın olduklarından ya da olduklarını sandığımızdan daha kötü, ne olursa olsun, destanların, tregedyaların, ermişlerin yaşamlarının bize göstermiş olduğundan daha kötü yansıtılmasının bize göstermiş olduğundan daha kötü yansıtılması aracılığıyla varılan gerçek. Böyle değil mi?”

   “Hemen hemen. Başka kitaplar okuyarak mı oluşturdun bunu?”

   “Venantius’un üstünde çalışmakta olduğu kitapların çoğuna dayanarak. Sanırım Venantius uzun süredir bu kitabı arıyordu. Katalogda benimde okuduğum bilgileri okumuş ve aradığı kitabın bu olduğuna inanmış olmalı. Ama Finis Africae’ya nasıl gidileceğini bilmiyordu. Berenger’in Adelmo’ya bundan söz ettiğini işitince bir tavşanın izi üzerindeki bir köpek gibi ileri atıldı.”

   “Böyle oldu; hemen anladım. Kitaplığı dişimle tırnağımla korumam gereken an’ın geldiğini anladım...”

   “Ve merhemi sürdün. Güçlük çekmiş olmalısın... karanlıkta.”

   “Benim ellerim senin gözlerinden daha iyi görür. Severinus’tan bir fırça almıştım. Eldivende giydim. İyi fikirdi değil mi? Anlaman uzun sürdü...”

   “Evet. Ben daha karışık bir düzen düşünüyordum; zehirli bir diş, ya da buna benzer bir şey. Bulduğun çözümün bir örnek bir çözüm olduğunu söylemeliyim; kurban kendi kendine zehirleniyordu; hem de tam okumak istediği ölçüde...”

   O anda ölümcül bir savaşım için donanmış olan bu iki adamın sanki salt birbirlerinin beğenisini kazanmak için davranmışlar gibi birbirine hayranlık duyduklarının ürpererek bilincine vardım. Berengar’ın Adelmo’yu baştan çıkarmak için sergilediği oyunların ve kızın bende istek ve tutku uyandırmak için giriştiği basit ve doğal  ve doğal davranışların, zeka ve karşısındakine alt etme yeteneği bakımından, o anda gözlerinin önünde geçmekte olan, birbiriyle konuşan bu iki adamın – deyim yerindeyse, birbirleriyle buluşmalar ayarlayarak, her biri nefret ettiği ve korktuğu öteki kişinin onayını gizlice umarak – yedi günde çözülmüş olan kışkırtma eyleminin yanında, hiç kaldığının düşüncesi geçti aklımdan..

   “Şimdi söyle bana,” diyordu William, “niçin? Bu kitabı niçin ötekilerden daha çok korumak istedin? Kara büyüye ilişkin kitapları, içinde belki de tanrının adına sövülen sayfaları neden uğrunda cinayeti göze almaksızın sakladın da, bu sayfalar için hem kardeşlerini, hem de kendini lanetledin? Güldürüden söz eden birçok başka kitap var; gülmeyi öven bir çok kitap da. Niçin bu kitap için öylesine korkuyla doluydun?”

   “Çünkü onu Filozof yazmıştı. O adamın yazdığı her kitap Hıristiyanlığın yüzlerce yıllık bilgi birikiminin bir bölümünü yok etti. Saygı değer pederler, Tanrı Sözünün gücüne ilişkin olarak bilinmesi gereken her şeyi söylediler; ama sonra Boethius’un Filozof’u yorumlaması, Söz’ün tanrısal gizinin kategorilerden ve tasımsal oluşan bir insan paradisine dönüşmesine yetti. Yaratılış kitabı, evrenin oluşumu konusunda bilinmesi gereken her şeyi söylüyor; ama Filozof’un fizik kitaplarının yeniden keşfedilmesi, evrenin donuk ve yapışkan bir maddeden yapıldığının tasarlanmasına, Arap İbni Rüşt’ün, dünyanın sonsuzluğuna neredeyse herkesi inandırmasına yetti. Kutsal adalara ilişkin her şeyi biliyorduk ama, Abbone’nin gömdüğü – Filozof’un baştan çıkardığı – Döminiken doğal usun kendini beğenmiş yollarını izleyerek onları yeniden adlandırdı. Böylece Areopagus (eski Atina yüksek meclisi) üyesi için örnek oluşturan ilk nedenin aydınlık çağlarına nasıl bakılacağını bilenlere, kendini açıklayan evren, dünyasal kanıtların barınağı oldu; bu kanıtlardan yola çıkarak soyut bir etkenliğe ulaşıyor. Eskiden maddelerin çamuruna çatık kaşlı bir bakış atmayı gönül indirerek, gökyüzüne bakardık; şimdi yeryüzüne bakıyoruz. Gökyüzündeyse dünyasal kanıttan ötürü inanıyoruz. Filizof’un artık ermişlerle peygamberlerin bile ant içerken kullandıkları her söz dünyanın imgesini altüst etti. Ama Tanrı’nın imgesini alt üst etmeyi başaramadı. Eğer bu kitap yoruma açık bir duruma gelecek olursa... gelmiş olsaydı, son sınıfı da aşmış olurduk.”

   “Ama gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? Bu kitabı ortadan kaldırarak gülmeyi ortadan kaldıramazsın.”

   “Kuşkusuz hayır. Gülme bedenin güçsüzlüğüdür; yozlaşması, yavanlığıdır. Köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür; kilise bile akıllıca davranarak; şölenlere, şenliklere, panayırlara, insanı neşelendirecek öteki isteklerden ve tutkulardan uzak tutan bu günlük yozlaşmaya izin vermiştir... Ama gene de gülme, basit insanların savunması, halk için kutsal olmayan bir gizem olarak kalır. Bunu peygamberde söylüyordu, yatmaktansa evlenmek daha iyidir. Tanrı’nın kurulu düzenine başkaldırmaktansa, yemeğimizi yiyip, sürahilerle şişeleri devirdikten sonra düzeni alaya alan pis güldürülerinizin tadını çıkarın; aptallar kralını seçin; eşekler ve domuzlara yaraşır cümbüşlerle kendinizi yitirin; tepe taklak Satürn şenliklerini yapın... Ama burada, burada...” Şimdi Jorge parmağıyla masanın üstünde, William’ın açık tuttuğu kitabın yanına vuruyordu, burada gülmenin işlevi tersine dönüyor, sanat düzenine yükseliyor, bilginler dünyasının kapıları gülmeye açılıyor; böylece gülme felsefenin ve hain tanrıbilim konusu oluyor... Basit insanların hem Tanrı’nın yasalarına, hem de doğa yasalarını yadsıyarak nasıl en korkunç sapkınlıkları tasarlayıp uygulayabildiklerini dün gördün. Ama kilise kendi kendilerini mahkum eden, kendi bilgisizlikleri sonucu kendi yıkımlarına yol açan basit insanların sapkınlığını hoş görebilir. Dolcino ve onun gibilerin bilgisizce delilikleri tanrısal düzende hiçbir zaman bunalıma yol açmaz. O şiddeti savunur ve kendiside şiddet yoluyla ölür; ardında hiçbir iz bırakmaz; tıpkı bir şenliğin tükenmesi gibi tükenir gider; şehitlik sırasında yeryüzüne kısa bir süre için dünyanın tepe taklak bir görünümünün belirmesi de önemli değildir. Bu davranış bir taslağa dönüştürülmedikçe, bu kaba dil onu çevirerek bir Latin bulamadıkça. Gülmek, köylüleri Şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden bu denetim altına alınabilir. Ama bu kitap insanın kendisini şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir. Köylü şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır; çünkü derebeylik ilişkilerini tepe taklak etmiştir. Ama bu kitap okumuşlara, bu tepe taklaklığı yasaklayacak zekice ve o andan başlayarak aydınlatıcı hünerler öğretebilir. O zaman köylünün düşüncesizce davranışında, neyse ki henüz midesel bir işlem olan şey zeka işlemine dönüşür. Gülmenin insana özgü olduğunu, biz günahkarların sınırlarının bir belirtisidir. Ama bu kitaptan, seninki gibi ne çok yozlaşmış kafa gülmenin insanın amacı olduğunu ön geren bir tasım çıkaracaktır! Gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı Tanrı korkusudur. Oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvılcım çıkabilir: Ve gülme,, Prometheus’un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır. Gülen bir köylü için o anda ölmek önemli değildir; ama sonra, gülme özgürlüğü sona erince, dinsel tören yeniden Tanrısal tasarıma göre içine ölüm korkusu saracaktır. Oysa bu kitaptan, korkudan kurtularak ölümü yok etmek için yeni ve yıkıcı bir umut doğabilir. O zaman biz günahkar yaratıklar, tanrısal bağışların belki de en sağgörülüsü ve en seveceni olan bu duygudan yoksun kalınca ne oluruz? Yüzyıllar boyu bilginler ve kilise babaları yüce olanı düşünerek, aşağı olanın sefilliğinden ve kışkırtıcılığından kurtulmak için kutsal bitkilerden hoş kokulu özler damıttılar. Oysa bu kitap güldürüyü, taşlama ve mim’i, eksiklerin, kötülüklerin, güçsüzlüklerin yansımasıyla tutkuların arıtılmasını sağlayacak olağanüstü bir ilaç sayarak yapmacık bilginleri (iblisçe bir tersine çevirmeyle) aşağılık olanı kabul ederek, yüce olanı kurtarmaya çalışmaya itecektir. Bu kitap insanın, (sizin Bacon’larınızın doğal büyüte ilişkin olarak önerdiği gibi) yeryüzü Cockaigne ülkesinin bolluğunu isteyebileceği düşüncesini doğurabilir. Ama böyle bir şeye sahip olmayız; olmamalıyız. Ceona Cypriani’nin maskaralıklarına hiç utanç duymadan gülen genç rahiplere bak. Kutsal yazıların iblisçe anlam değiştirmesine! Üstelik kötü olduğunu bile bile yapıyorlar bunu. Ama Filozof’un sözü hiçbir kurala bağlı olmayan imgelerin bu önemsiz kıyıda kalmış şakalarını gölgelediği gün, kıyıda kalan merkeze sıçrayacak; böylece merkezin tüm izleri silinecek. Tanrı’nın kuralları bilinmeyen dünyanın uçurumlarından dışarı uğramış canavarlar topluluğuna dönüşecek ve o anda bilinen dünyanın kıyısı, Hıristiyan Şmparatorluğunun yüreği olacak. Petrus’un tahtında Arimaspi (bir İskit kavmi) manastırda Blemmirler ( eski bir Mısırt kavmi) olacak; şiş göbekli koca kafalı cüceler kitaplığı yönetecek. Uşaklar yasa koyacak, biz de (o zaman sen de) hiçbir yasanın olmadığı yerde o yasaya boyun eğeceğiz. Bir Yunan filozofu (senin Aristo’nun burada sözlerini aktardığı, suç ortağı ve kötü otorite) bize karşı çıkan bize karşı çıkanların ciddiliğine gülerek dağıtmalıyız; gülmeye de ciddilikle karşı çıkmalıyız diyor. Babamızın sağgörüsü seçimini yapmamıştı: Eğer gülmek haktan insanların eğlencesiyse, halktan kimselerin özgürlüğü dizginlenip aşağılanmalı, sertlik yıldırılmalıdır. Halkın, gülüşünü incelterek, kendisini sonsuz yaşama götürmesi ve onun etin, cinselliğin, yiyip içmenin ve çirkin isteklerinin kışkırtıcılığından kurtarması gereken çobanların ciddiliğine karşı bir araca dönüştürülecek silahları yoktur. Ama günün birinde biri çıkıp da Filozof’un hizmetlerini savunarak, böylece kendisi de filozofluk taslayarak gülme sanatını ince bir silah durumuna getirecek, ikna sanatının yerine alay sanatını, kefaretin sabırlı ve kurtarıcı imgelerinin yapısı yerine, tüm kutsal ve saygın imgelerin sabırsızca yıkılmasını koyacak olursa – ah, o gün sen ve senin tüm bilgilerinde altüst olacak, William!”

   “Niçin? Kendi zekamı başkalarının zekasıyla çarpıştırırdım. Bernandı Gui’nin ateşinin ve akkor halindeki demirin, Dolcino’nun ateşinin ve akkor halinde demirini aşalığıdı şu dünyadan daha iyi bir dünya olurdu.”

   “O zamana kadar sen kendinde şeytanın tuzağına düşmüş olurdun. Ama o güne değin kilise çatışmaya kendi kuralını bir kez daha koyabilmelidir. Sövgü bizi korkutmaz, çünkü Tanrı’nın lanetlenişinde bile, başkaldıran melekleri lanetleyen Yehova’nın öfkesinin çarpıtılmış bir imgesini görürüz. Bir yenilik düşü adına çobanları öldüren birinin şiddeti korkutulmaz bizi; çünkü İsrail halkını yok etmeye çalışan prenslerin şiddetidir bu. Donatistlerin sertliği, Circoncellionelerin canlarına kıymaları, Bogomillerin kösnüsü, Albigenslerin kendini beğenmiş aralığı, Flagellantların kana susamışlığı, Özgür Ruh sahiplerinin baş döndürücü kötülüğü korkutmaz bizi; Onların hepsini tanıyoruz; günahlarının kökünü biliriz; bizim kutsallığımızla aynı kökten kaynaklanır. Bunlar bizi korkutmaz; her şeyden önce onları nasıl yok edebileceğimizi, daha doğrusu onların kendi aşağılıklarının çukurlarından doğan ölme isteği pervasızca doruk noktalarına yükselterek kendi kendilerine yıkmalarına nasıl izin vereceğimizi bilmiyoruz. Gerçekten de onların varlığının bizim için değerli olduğunu söylemek istiyorum: Tanrı’nın taslağında yazılıdır bu; çünkü onların günahını bizim erdemimize kışkırtır; onların laneti bizim övgü ilahimizi yüreklendirir; onların laneti bizim övgü ilahimizi yüreklendirir; onların sıkı düzenden yoksun tövbesi, bizim özveriden duyduğumuz tadı düzenler; onların dinsizliği bizim dindarlığımızın paralamasına yol açar; tıpkı tüm umutlarının başlangıç ve bitimi olan Tanrı’nın yüceliğinin daha iyi parlamasını sağlamak için. Karanlıklar Prensinin başkaldırısına ve umutsuzluğuyla gerekli olması gibi. Ama eğer bir gün alay sanatı   – artık kural dışı bir halk eğlencesi olarak değil, Kutsal Yazıların yok edilmesi tanıklığına bağlı okumuşların gizemsel kendinden geçişi olarak – kabul edilebilir kılınacak olursa; bir soylu özgür ve artık mekanik olmayan bir şey gibi görünecek olursa, bir gün biri ‘Tanrı’nın insan olarak ortaya çıkmasına gülerim’ diyebilirse (ve böyle işitilirse); o zaman bu küfrü durdurmak için hiç silahımız olmayacak; çünkü küfür, bedensel maddenin kendilerini yellenmede ve geğirmede ortaya koyan güçlerin çevresine toplar; böylece yellenme ve geğirme, yalnızca ruhun hakkı olan şeyi, dillerdeki yerde esme hakkını iddia ederler!”

   “Licaecus gülme için bir heykel dikmişti.”

   “Bunu Cloritianus’un dinsizlikle suçlamalarının mimiklerini çözümlemeye çalışan kitabında  okumuş olmasın. Kitap bir hastanın, onun gülmesine yardımcı olan bir hekimin tarafından iyileştirmediğini söyler. Eğer Tanrı onun yeryüzündeki günlerinin sona ermesini istemişse, onu iyileşmeye ne gerek vardı?”

   “Hastalığını iyileştirdiğini sanmıyorum. Hastalığa gülmeyi öğretmiştir ona.”

   “Hastalık kovulmaz. Yok edilir.”

   “Hastanın bedeniyle birlikte mi?”

   “Gerekirse.”

   “Sen şeytansı o zaman,” dedi William.

   Jorge anlamazlıktan geldi. Gözleri görseydi kendisiyle konuşan adama gözlerini dikip  şakın şaşkın baktığını söylerdim.

   “Ben mi?” dedi.

   “Evet, sana yalan söylemişler. Şeytan maddenin prensi değildir; Şeytan ruhun küstahıdır; gülümseyişten yoksun inanç hiçbir zaman kuşkuya kapılmayan gerçektir o. Şeytan karanlıktır, çünkü nereye gittiğini bilir ve gide gide hep geldiği yere döner. Sen Şeytan’sın; tıpkı Şeytan gibi karanlıkta yaşıyorsun. Beni ikna etmek istiyorsan, bunu başaramadın. Senden tiksiniyorum Jorge; elimden gelseydi seni çırılçıplak kıçının deliğine kuş tüyleri sokulmuş, yüzünü tıpkı bir oyuncunun ve bir soytarının yüzü gibi boyanmış aşağıya, vadiye götürürdüm; tüm manastır bakıp gülsün ve artık korkmasın diye. Seni bala bulayıp tüylerinin içinde yuvarlamak, boynuna yular takıp panayıra götürmek isterdim; sonra da herkese derdim ki; Bu adam size gerçeği açıklıyordu ve size gerçeğin ölüm tadında olduğunu söylüyordu; onun sözlerine değil, acımasızlığına inanıyordunuz. Şimdi size diyorum ki; olanakların sonsuz döngüsünde, Tanrının gerçeğin yorumcusu olduğuna inanılan kişinin yıllar önce öğrendiği sözcükleri yineleyen sarsak bir karatavuktan başka bir şey olmadığı bir dünya tasarlamanıza da izin verir.”

   “Sen, Şeytan’dan da kötüsün Minorit,” dedi o zaman Jorge. “Sen bir soytarısın; tıpkı hepimize can veren ermiş gibi. Sen Francesco gibisin: o Francesco ki, tüm bedenini bir dil gibi kullanıyordu; tıpkı hokkabazlar gibi gösteriler yaparak vaazlar veriyordu, cimrileri avuçlarına altın paralar koyarak şaşırtıyor, rahibelerin dine bağlılıklarını, vaaz yerine Miserere’yi söyleyerek aşağılıyor, Fransızca dileniyor, açgözlü rahipleri şaşırtmak için serseri kılığına giriyor, kendini çırılçıplak karlara atıyor, hayvanlar ve bitkilerle konuşuyor, İsa’nın Doğuşu’nun gizemini bir köy gösterisine dönüştürüyor, Beytlehem kuzusunu, koyunlarının memelerine yansıyarak çağırıyordu... İyi bir okuldu... Şu Florenslı rahip Diotisaldi Minorıt değil miydi?”

   “Evet,” diye gülümsedi William. “Şu vaizler manastırına gidip kendisini önce kutsal bir andaç olarak saklamak için Giovanni Birader’in cüppesinden bir parça vermezlerse yiyecek kabul etmeyeceğini söyleyen, sonra kumaş parçasını alınca onunla arkasını silip bir gübreliğe atan, bir sopanın ucuyla gübrenin içinde döndüren, bir yanda da ‘Ah, ne yazık, yardım edin kardeşler, çünkü Ermiş’in andacını ayakyolunda kaybettim!’ diye bağıran.”

   “Bu öykü seni eğlendirmişe benziyor.”

   “Belki öteki Minoritin, rahip Paolo Millemosche’nin öyküsünü de anlatmak istersin bana; hani şu bir gün boylu boyunca buzun üstüne uzanmışta, yurttaşları takılmışlar ona; içlerinden biri üstüne uzanmak için daha iyi şey ister misin diye sormuş; oda adama, evet, demiş, karını... İşte siz gerçeği böyle arıyorsunuz...”

   “Böylece Francesco nesnelere başka bir açıdan bakmayı öğretiyordu insanlara.”

   “Ama biz onları sıkı düzene soktuk. Dün rahip kardeşlerini gördün. Onlarda yeniden bizim sıramıza girdiler; artık basit insanlar gibi konuşmuyorlardı.. basit insanlar konuşmamalıdırlar. Bu kitap basit insanların dilinin bir bilgelik taşıyıcısı olduğunu düşüncesini haklı çıkarabilir. Bu önlenmelidir; bunu ben yaptım. Benim Şeytan olduğumu söylüyorsun, doğru değil. Ben tanrının eli oldum.”

   “Tanrının eli yaratır, gizlemez.”

   “Ötesine geçilmesine izin vermeyen sınırlar vardır. Tanrı bazı kağıtların üstüne hiç ‘burada aslanlar var’ diye yazılmasını istemiştir.”

   “Tanrı canavarları da yarattı. Seni de o yarattı. Her şeyden söz edilmesini ister o.”

   Jorge titreyen ellerini uzattı; kitabı kendine çekti. Onu açık ama baş aşağı tutuyordu; öyle ki Willliam onu hala doğru yönden görüyordu. “Öyleyse Tanrı niçin bu kitabın yüzyıllar boyu yitip gitmesine, yalnızca bir nüshasının kalmasına, Tanrı bilir nerede yitip gitmiş olan o nüshanın o kopyasının yıllarca Yunanca bilmeyen bir imansızın ellerinde gömülü kalmasına, sonra eski bir kitaplığın gizliliği içinde bırakılmasına izin verdi ve onu orada bulmak, alıp götürmek ve daha uzun yıllar saklamak için Yazgı tarafından nedensel değil, ben çağırdım.onun elmas gibi pırıl pırıl harflerle yazıldığını, senin görmediklerini gören gözlerimle görmüş gibi biliyorum; bunun Tanrı’nın isteği olduğunu biliyorum; onun istediğini yorumlayarak davrandım ben. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına.”

Umberto Eco

xxx