HİÇ
İÇİN METİNLER'den
-I-
Aniden, hayır,
sonunda, en sonunda, katlanamadım daha fazla, sürdüremedim.
Burada kalamazsınız, dedi biri. Orada kalamazdım
ama sürdüremezdim de. Yeıi betimleyeceğim, önemi
yok bunun. Dümdüz doruğu, bir dağın, hayır,
bir tepenin, ama çok vahşi, çok vahşi, kes
yeter. Bataklık, diz boyu fundalık, göze çarpmayan
patikalar, yağmurların açtığı derin yarıklar.
İşte bunlardan birinde uzannıış yatıyordum
rüzgârdan korunarak. Manzara gözalıcıydı,
bir de şu her şeyi, vadileri, gölleri, ovayı,
denizi gölgeleyen sis olmasaydı. Nasıl sürdürecektim,
başlamamam gerekiyordu, hayır, başlamam
gerekiyordu. Neden geldiniz, dedi biri, belki aynı
kişiydi. Sıcak ve kuru yuvamda kalabilirdim ama
kalamamıştım. Evimi betimleyeceğim size, hayır,
yapamam bunu. Çok kolay doğrusu, artık
katlanamıyorum, insan böyle söylüyor işte.
Bedenime, Haydi ayağa kalk, diyorum, harcadığı
çabayı hissediyorum, yolun ortasında yığılıp
kalan ve kalkmaya çabalayan, çabalamayı sürdüren,
başaramayınca da
çabalamaktan vazgeçen yaşlı bir beygire
benzetiyorum onu. Kâfaya, Onu rahat bırak,
rahat dur, diyorum, soluk alıp verişi duruyor,
sonra eskisinden daha kötü biçimde başlıyor
yeniden. Tüm bu hikâyelerden uzaktayım, hiç
kafamı kurcalamamam gerekirdi onlarla, hiçbir
şeye gereksinme duymuyorum, ne daha çok
ilerlemeye, ne de bulunduğum yerde kalmaya, gerçekten
de umursamıyorum tüm bunları, uzaklaşmalıydım
onlardan, bedenimden de, kafamdan da, kendi
aralarında uzlaşmaları için, son bulmaları için
bıraksaydım onları, yapamıyorum, benim son
bulmam gerekiyor. Ya evet, sanki birden çok kişiyiz
biz, hepimiz sağırız, sağır bile değiliz,
yaşam getirmiş bizi bir araya. Bir başkası,
ya da aynısı, ya da ilki, Evinizde kalmanız
gerekirdi, diyor, tümünün de aynı sesi, aynı
düşünceleri var. Evimde. Evime dönmemi
istiyorlar. Yaşadığım yere. Sis olmasa,
keskin gözlerle, bir dürbünle, görebilirdim
buradan. Yalnızca yorgunluk değil nedeni,
yorgun değilim yalnızca, tırmanışa karşın.
Burada kalmak istemem gibi de bir nedenim yok.
İşitmiştim, manzaradan söz edildiğini işitmiş
olmalıydım, uzaktaki deniz sanki kurşun dökülmüş
gibiydi, altın ovalar dillerden düşmüyordu,
çifte vadiler, buzul gölleri, dumanlara bürünen
kent, hepsi yediden yetmişe ağızlardaydı. Aslında
kim bu insanlar? Ardımdan mı geldiler buraya
kadar, önümde miydiler, birlikte miydik yoksa?
Yüzyılların, kötü havalı yüzyılların
kazdığı çukurun dibindeyim, yavaş yavaş
emilen sarı bulanık bir suyun üzerinde biriktiği
kara toprağa uzanmışım yüzüstü. Yukarıda
duruyorlar, çevrelemişler beni, mezara koyulmuşum
sanki. Bakışlarımı kaldıramıyorum onlara,
ne yazık, yüzlerini göremezdim, fundalıklara
gömülü bacaklarım belki. Görüyorlar mı
beni, neremi görüyorlar? Belki kimse kalmadı
geride, belki usandı ve gitti tümü de. Kulak
veriyorum, işittiğim hep aynı düşünceler,
her zamankiler demek istiyorum, tuhaf şey. Lime
lime gökyüzünden güneşin tüm vadide pırıl
pırıl parladığını düşünmek. Ne kadar süredir
buradayım, ne biçim soru bu, defalarca sordum
kendime. Defalarca da verdim yanıtını, Bir
saat, bir ay, bir yıl, yüz yıl, diye, burası,
ben ve olmak kavramlarından anladığıma göre
değişiyordu, olağanüstü yanıtlar da aramıyordum
orada, pek değişmiyordum orada, biraz değişiyor
gözüken burası yalnızca. Geleli çok zaman geçmedi,
yoksa dayanamazdım, diyordum ya da. Kervançulluklarını
duyuyorum, gün bitimini imliyor bu, gecenin oluşunu,
kervançullukları böyle çünkü, bütün gün
suskun kalıp, karanlık basarken bağırıyorlar,
bu yabanıl ve benimle karşılaştırıldığında
kısa ömürlü yaratıklar böyle işte. Çok
iyi bildiğim şu yanıtlanamayan öteki soru,
Neden geldiniz, sorusuna da, Değişmek için, ya
da, Ben değilim, ya da, Rastlantıyla, ya da Güneşli
uzun yıllar görmek için, ya da, Yazgı, diye
yanıt veriyordum, duyumsuyorum geldiğini başka
bir sorunun, gelsin, hazırlıksız yakalanmayacağım
nasılsa. Her yanımı gürültü sarmış, ağzına
kadar dolu bataklığın emip duruşu sürekli,
dalgalanan dev eğreltiotları, dingin uçurumlar
barındıran fundalıklarda boğulan rüzgâr; yaşamım
ve bildik nakaratları. Görmek için, değişmek
için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim
kızarana kadar, gördüm her şeyi, kötülükten
kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı,
kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna
gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim
ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı
sürüklediği gün yapılmıştı, işte bunun için
geldim. Yaptığım şey, çok önemli olan şey,
soluk alıp verip, dumandanmış izlenimi veren sözcükleri
yinelemek kendime, Gidemem, kalamam, ne olacak şimdi.
Ya duyumsal olarak? Tanrım, yakınmaya hakkım
yok, evet o ta kendisi, yalnızca kar altına gömülmüş
gibi boğuk çıkıyor sesi, sıcaklığını
biraz yitirmiş gibi, uykusunu biraz yitirmiş
gibi, iyice ,izleyebiliyorum onları, tüm
sesleri, tüm bölümleri, oldukça iyi
izleyebiliyorum, soğuk sarıyor her yanımı, ıslaklık
da, en azından ben öyle sanıyorum, uzaktayım.
Romatizmama gelince, düşünmüyorum artık onu,
annem sağlığında romatizma çekerken nasıl
bu acı vermediyse bana; şimdi benimki de
vermiyor. Akbabayı anımsatan bu yabanıl yüzdeki
dirençli ve sabit bakışlar, akbabaların günü
belki de bugün. Yukarıdayım ben, aşağıdayım
da aynı zamanda, bakışlarım üzerimde, yere
uzanmışım, gözlerim yumulu, kulağım emip
duran bataklığa yapışık, aynı düşüncedeyiz,
hepimiz aynı düşüncedeyiz, eskiden de öyleydi,
hep öyleydi, seviyoruz birbirimizi, acıyoruz
birbirimize, ama bir de şu var, hiçbir şey
gelmiyor elimizden birbirimiz için. En azından
bir şey kesinlik kazanmış durumda, bir saat içinde
her şey için çok geç olacak, yarım saat içinde,
gece olacak, ama henüz olmadı, kesin değil bu,
kesin olmayan ne, saltık bir kesinlik bu, günün
izin verdiğini gecenin engellemesi yani, bununla
uğraşmasını bilenlere, bununla uğraşmak
isteyenlere, yeterince gücü olanlara, yeniden
denemek için gücü olanlara. Evet, gece olacak,
sis dağılacak, tüm dalgınlığıma karşın
tanıyorum sisimi, rüzgâr sakinleşecek ve gece
göğü bana yolumda bir kez daha kılavuzluk
eden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da
içinde olmak üzere tüm ışıklarıyla açılacak
dağın üzerinde, hadi bekleyelim geceyi. Her şey
karışıyor birbirine, zamanlar, zaman kipleri
karışıyor birbirine, başlangıçta burada
bulunuyordum yalnızca, şu anda hâlâ buradayım,
birazdan artık bulunmayacağım burada, yamacın
ya da korunun sınırındaki eğreltiotlarının
arasında ter döküyor olacağım, karaçamlar,
anlamaya çalışmıyorum, bir daha asla anlamaya
çalışmayacâğım, böyle diyor insan, şimdilik
buradayım, hep buradaydım, hep burada olacağım,
artık korkmuyorum büyük sözcüklerden, büyük
değil onlar. Gelişimi anımsamıyorum, asla
gidemeyeceğim buradan, bana eşlik eden küçük
topluluğum, gözlerim yumulu ve yanağıma değen
kara toprağın nemini ve katılığını
duyumsuyorum, şapkam düştü, uzağa düşmedi
ya da rüzgâr sürükledi onu uzağa, boynuma bağlamıştım
onu. Bazen deniz, bazen dağlardı, çoğu kez de
ormandı, kentti, ovaydı da, evet ovalarda da düşüp
kalktım, dört bir yanda açlığın, yaşlılığın
eline, ölüme bıraktım kendimi, cinayete
kurban gittim, boğuldum, sonra hiç nedensiz can
sıkıntısından öldüm, son soluğumu verirken
sanki yeni bir yaşam yeşerdi içimde, canlandım,
sonra odalarda doğal ölümlerle yüz yüze
geldim, yatağıma uzanıp, ev içi tanrılarının
gazabına uğradım, hep aynı öyküleri, aynı
sözleri, aynı soruları, aynı bilgisizliğin sınırlarındaydım,
beddua dökülmedi dudaklarımdan, o kadar da
aptal değildim, ya da çıktı da anımsamıyorum
bunu. Evet, beni yatıştırması için, bana eşlik
etmesi için, sonuna kadar, hep fısıltıylaydı,
kulaklarımı açıyordum iyice, eski öyküler için
kulaklarımı açıyordum iyice, aynen babamın
beni dizlerine oturtup da, bir fener bekçisinin
oğlu olan Joe Breem miydi, Breen miydi, birinin
öyküsünü, tüm kış boyunca, art arda her akşam
okurken yaptığım gibi. Bir öyküydü, bir çocuk
öyküsüydü, her şey fırtınada; bir kayanın
üzerinde olup bitiyordu, anne ölmüştü, martılar
gelip fenere çarpıyorlardı, Joe dişlerinin
arasında bir bıçak, denize atlıyordu, yalnızca
bunu anımsıyorum, yapması gerekeni yapıyor ve
geri dönüyordu, tüm anımsadığım bu akşam,
mutlu bir sonla bitiyordu, kötü başlıyor, iyi
bitiyordu, her akşam, bir oyundu bu, çocuklar için.
Evet, babamdım ben ve çocuğumdum, kendime
sorular sordum, elimden geldiğince yanıtladım
bunları, art arda her akşam anlattırdım
kendime, ezbere bildiğim ama bir türlü
inanamadığım bu aynı eski öyküyü, ya da el
ele, hiç konuşmadan, kendi dünyalarımıza gömülmüş,
her birimiz kendi dünyasına gömülmüş, eller
birbirinin içinde unutulmuş yürüdük. İşte
şu ana kadar böyle dayanabildim. Bu akşam da işler
yolunda görünüyor, kollarımın arasındayım
ben, kendimi kollarımın arasında, büyük bir
sevgiyle olma sa da bağlılıkla, evet bağlılıkla
tutuyorum: Uyu şimdi, şu uzaktaki lambanın altındaki
gibi, birbirine sarılmış, bu kadar çok konuşmaktan,
bu kadar çok dinlemekten, bu kadar çabalamaktan
ve oynamaktan yorgun düşmüş.
Samuel Beckett
|