xxx

J. H. Obereit'ın Zaman Sülüklerini Ziyareti

Büyükbabam ıssız Runkel kasabasının mezarlığında ebedi istirahatına çekildi. Yeşil yosunların bürüdüğü mezar taşının üstünde, aşınmış tarihin altındaki haçın içinde sanki daha dün kazınmışlar gibi altın parıltılar saçan şu harfler yer alıyor:

V ¦ I
-------
V ¦ O

Henüz küçük bir çocukken bu kitabeyi okuduğumda, "vivo"nun "yaşıyorum" anlamına geldiğini söylemişlerdi; bu sözcük, ölü sanki toprağın altından bana seslenmiş gibi ruhuma işledi. Vivo: Yaşıyorum. Bir mezar taşı için garip bir kitabe doğrusu! Bu kitabe bugün bile yankılanır durur içimde ve ne zaman aklıma gelse, bir zamanlar karşısında hissettiklerimi hissederim: Yaşarken hiç tanımamış olsam da; büyükbabam gözümde canlanır, aşağıda yatarken, sapasağlam, ellerini kavuşturmuş bir halde; cam gibi berrak ve,şeffaf gözleri sonsuzca açık, kıpırtısız. Tıpkı çürümenin hüküm sürdüğü bir imparatorlukta bozulmamayı başaran ve dirileceği günü sessizce, sabırla bekleyen biri gibi.

Birçok şehrin mezarlığını ziyaret ettim ben: Adımlarımı yönlendiren, açıklayamadığım sessiz bir arzu, aynı sözcüğü bir başka mezar taşında okuma arzusu oldu daima, fakat "vivo" ya yalnızca iki kez rastladım - bir Danzig'de, bir de Nürnberg'de. İkisinde de zamanın eli isimleri silmişti ; ikisinde de "vivo" sanki hayatla dopdoluymuş gibi ışıl ışıl parlıyordu. Bana çocukken de söylendiği gibi, büyükbabamdan geriye kendisinin yazdığı tek bir satır kalmadığına kesin gözüyle bakmıştım hep; uzun sayılamayacak bir süre önce, bize ondan miras kalan eski çalışma masasının gizli bir gözünde, belli ki onun kaleminden çıkma bir tomar not bulunca ne kadar heyecanlandım, söyleyemem. Notların bulunduğu dosyanın üzerinde şu garip cümle vardı: "Beklememek ve umut etmemek dışında insan ölümün elinden nasıl kurtulur?" Kafamda derhâl "vivo" sözcüğü çaktı, bu sözcük bana bütün hayatım boyunca parlak bir gölge gibi eşlik etmiş, zaman zaman uykuya çekilmişse de; kâh düşlerimde kâh uyanıkken, hiç sebepsiz yere tekrar tekrar dirilmişti içimde. Mezar taşına tesadüfen vivo yazıldığını -rahibin seçtiği bir kitabe- düşünmüşsem de, defterin kapağındaki özlü sözü okuyunca, bu sözcüğün daha derin bir anlam taşıdığına, belki de büyükbabamın tüm varoluşunu kapsadığına tamamen emin oldum. Ve notları okumayı sürdürüp sayfalari çevirdikçe bu izlenimim kuvvetlendi. Çok fazlâ özel ilişkiye yer veren bu metni yabancı kulaklara ifşa etmem doğru olmaz; Johann Hermann Obereit'la nasıl tanıştığımı anlatmâm ve onun zaman sülüklerini ziyaretiyle ilgili kısmâ kısaca değinmem yeterli olacaktır. Metne göre, büyükbabam "Philadephialı Kardeşler" teşkilatının bir üyesiydi; kökenleri eski Mısır'a dek uzanan bu târikat, kurucusunun efsa nevi Hermes Trisinegistos olduğuna inanıyordu. Üyelerin birbirini tanımalarını sağlayan "dâvranış" ve tavırlar da ayrıntılarıyla tespit edilmişti. Büyükbabamın yakın dostu olduğunu ve Runkel'da yaşadığını sandığım bir kimyacının , Johann Hermann Obereit'ın ismi metinde o kadar sık geçiyordu ki, ecdadımın hayatı ve dünyadan yüz çevirmiş o karanlık felsefe hakkında daha fazla bilgi edinmek ve adı geçen Obereit'ın akrabaları ve bir soyağacı olup olmadığını araştırmak amacıyla Runkel'a gitmeye karar verdim. Wied kontlarının şatosu Runkelstein'in eteğinde uzanan ve ölüm sessizliğindeki eğri büğrü daracık sokakları, taşların arasını ot bürümüş kambur Arnavut kaldırımlarıyla unutulmuş bir ortaçağ dilimi gibi, zamanın çığlığını duymadan uyumaya devam eden o minik kasabadan daha düşsel bir şey tasavvur edilemez.

Sabah erkenden küçük mezarlığa yollandım; pırıl pırıl bir güneşin altında çiçekli bir tümsekten diğerine gider; tabutlarında mışıl mışıl uyuyanların isimlerini haçlardan birbiri ardına okurken, gençliğim canlandı sanki. Büyükbabamın mezar taşını ta uzaktan, parlayan kitabesinden tanıdım. Ak saçlı, sakalsız, sert hatlı yaşlı bir adam oturuyordu mezarın başında, bastonunun fildişi sapını çenesine dayamış, tıpkı bir yüzün benzerliği çeşitli anılarını canlandırmış biri gibi; garip biçimde diri gözlerle bana bakıyordu. Neredeyse Biedermeier kıyafeti denebilecek eski moda giysileri, dik yakası ve siyah ipekten geniş boyun bağıyla, geçmiş zamanlardan kalma bir ecdat tasvirini andırıyordu. Günümüze hiç mi hiç uymayan kılığı beni o kadar şaşırtmış, kafam büyükbabamın yazdıklarıyla o denli doluydu ki, yaptığımın farkına varmadan yavaşça "Obereit" deyiverdim. Yaşlı beyefendi; "Evet; adım Johann Hermann Obereit" dedi bir nebze olsun şaşırmadan. Oysa benim az kalsın heyecandan nefesim kesilecekti; sohbetimiz ilerledikçe öğrendiğim şeylerse hiç de şaşkınlığımı azaltacak cinsten değildi. İnsanın, kendisinden çok daha yaşlı görünmese de bir buçuk asır devirmiş biriyle karşılaşması sıradan bir tecrübe değil elbette: Yanyana yürürken ve o bana Napolyonu ve tanıdığı diğer tarihi şahsiyetleri az zaman önce ölmüş birilerinden söz ediyormuş gibi anlatırken, ağarmış saçlarıma rağmen bir delikanlı gibi hissettim kendimi. "Şehirde kendimin torunu olarak biliniyorum " , dedi gülümseyerek ve üzerinde 1798 yazan bir mezar taşını gösterdi: "Esasen burada yatıyor olmalıydım; taşın üzerine ölüm tarihini insanların beni modern Methusalem olarak görmelerini istemediğim için yazdırdım. `Vivo' sözcüğü," diye ekledi sanki düşüncelerimi okumuş gibi, "ancak ben gerçekten öldüğümde ilave edilecek." , çok geçmeden sıkı bir dostluk kurduk ve evinde kalmamda ısrar etti. Aradan bir ay geçmişti; heyecanlı sohbetler ederek çoğu zaman geç saatlere dek oturuyorduk, fakat büyükbabamın defterinin üzerindeki "Beklememek ve umut etmemek dışında insan ölümün elinden nasıl kurtulur?" cümlesinin ne anlama geldiğini sorduğumda daima konuyu değiştiriyordu: Fakat bir gece -birlikte geçirdiğimiz son geceydi, eski cadı davalarından söz açılmıştı ve ben bunların histerik kadınlardan başka bir şey olamayacağını sâvunuyordum- aniden sözümü kesti: "İnsanın bedenini terk edebileceğine ve mesela Blocksberg'e gidebileceğine inanmiyorsunuz demek?~~ Başımı hayır anlamında salladım. "Size göstermemi ister misiniz?" diye sordu kısaca ve dikkatle bana baktı. "İtiraf etmeliyim ki," dedim, "cadı tabir edilen bazı kişiler uyuşturucu maddelerin etkisiyle bir tür transa geçmişler ve bir süpürgenin üstünde uçtuklarına inanmışlardır." Bir süre düşündü. "Elbette; benim de böyle bir kuruntuya kapıldığıını söyleyeceksiniz," dedi yavaşça ve yine düşüncelere daldı: Sonra ayağa kalktı ve raftan bir defter aldı. "Fakat yıllar önce bu deneyi yaptıktan sonra yazdıklarım ilginizi çeker belki: Şunu da belirtmeliyim ki, o sırada çok gençtim ve umut doluydum" derin bakışlarından, ruhunun uzak bir geçmişe gittiğini anladım- "ve insanların hayat dedikleri şeye inanıyordum, ta ki darbe üstüne darbe yiyene dek: İnsanın dünyada sahip olabileceği en değerli şeyleri yitirdim: Karımı, çocuklarımı her şeyimi. O sırada kader beni büyükbabanızla tanıştırdı ve o bana, arzunun ne olduğunu, beklemenin, umut etmenin ne olduğunu, bunların birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini anlamayı ve bu hayaletlerin maskelerini nasıl düşüreceğimi öğretti. Biz bu hayaletlere "zaman sülükleri" adını verdik; sülükler nasıl insanın kanını emerse, onlar da bizim kalbimizden zamanımızı, hayatın gerçek özünü emerler İşte bu odada büyükbabanız bana ilk adımı atmayı ve umut yılanlarının başını ezmeyi öğretti: Sonrâ da," -bir an duraksadı- "evet, sonra da ister okşansın, ister kesilsin, isterse de suya atılsın, hiçbir şey hissetmeyen bir parça odun gibi oldum. O zamandân beri bomboş içim; hiçbir teselli aramadım artık. Teselliye ihtiyacım kalmadı. Ne için teselli arayacaktım ki? Şunu biliyorum: Ben varım; ve ancak şimdi yaşıyorum. "Yaşıyorum" ile "yaşıyorum" arasında ince bir ayrım vardır."

"Nasıl da kolayca söylüyorsunuz bunları, oysa ne kadar korkunç!" diye sözünü kestim; sarsılmıştım. "Sadece öyle görünüyor," diye sakinleştirdi beni gülümseyerek; "kalbin hareketsizliğinden öyle bir mutluluk taşar ki, hayal bile edemezsiniz. Bu "ben varım", bir kez doğdu mu bir daha asla dinmeyen tatlı, ebedi bir melodi gibi - ne uykuda, ne algılarımızda dış dünya yeniden uyandığında, ne de ölümde.

İnsanların neden bu kadar çabuk öldüklerini ve neden İncildeki atalarımız gibi 1000 yıl yaşamadıklarını söyleyeyim mi size? İnsanlar bir ağaçta süren yeşil filizler gibi - ağacın köküne ait olduklarını unuttukları için ilk sonbaharda solup giderler. Fakat benim size asıl anlatmak istediğim; bedenimi ilk nasıl terk ettiğimdi. Gizli, insan soyu kadar eski bir öğreti var; kulaktan kulağa bugünlere dek aktarıldı, ama çok az kişi tarafından bilinir Bu öğreti, bilinci yitirmeden ölümün eşiğini aşmanın araçlarını gösterir; ve bunu başaran kişi o andan itibaren kendi kendisinin efendisi olur: Yeni bir "Ben" elde eder ve o zamana dek "Ben", sandığı şey artık bir alete dönüşür, tıpkı şimdi el ya da ayağımızın da birer alet olması gibi:

Yeni keşfedilen ruh göç ettiğinde, tıpkı bir cesette olduğu gibi kalp durur, nefes kesilir - biz "İsrail oğulları gibi Mısır'ın et kazanlarından uzaklara gittiğimizde ve Kızıldeniz'in suları iki yanımızda duvar gibi yükseldiğinde". Bedenimden kopmayı nihayet başarana dek tarifsiz acılar çekerek sayısız yıpratıcı deney gerçekleştirdim. Başlangıçta havada uçtuğumu sandım, tıpkı bazen düşte uçtuğumuzu sandığımız gibi -bükük dizlerle, kolayca- ama aniden, güneyden kuzeye akan kara bir nehirde sürüklenmeye başladım -biz buna kendi dilimizde Ürdün Nehri'nin ters akışı diyoruz- nehrin çağıltısı kânın kulaktaki uğultusu gibiydi. Sahiplerini göremediğim telaşlı sesler geri dönmemi haykırıyordu, sonunda bir titreme geldi ve ben korkudan bayılacak bir halde, karşıma çıkan sivri bir kayalığa doğru yüzdüm. Orada, ayışığının altında bir yaratığın durduğunu gördüm, bir çocuk boyutlarındaydı, çıplaktı ve eril ya da dişil oldiığuna dair bir işaret yoktu bedeninde; alnında Polyphemos gibi üçüncü bir göz vardı ve hiç kıpırdamadan ülkenin iç kesimlerini gösteriyordu. Sonra çalılıkların arasında uzanan beyaz, düz bir yolda ilerlemeye başladım, fakat ayağımın altındaki zemini hissetmiyor, etrafımdaki ağaç ve çalılara dokunmak istediğimde yüzeylerini kavrayamıyordum: Arada ince, aşılmaz bir hava tabakası vardı hep. Çürük odunlarınkine benzer solgun bir parıltı kaplamıştı her şeyi ve görmeyi belirginleştiriyordu. Algıladığım şeylerin silüetleri gevşek, bir yumuşakça gibi peltemsi ve tuhaf bir biçimde büyümüş gibiydi. Küstah yuvarlak gözlü tüysüz yavru kuşlar, besiye yatırılmış kazlar gibi semiz ve kabarık, ağaçlara tünemişler; cırtlak ötüşlerini boca ediyorlardı üzerime, henüz yürüyecek halde olmamasına rağmen gelişkin bir hayvan kadar iri bir geyik yavrusu yosunların üzerinde domuz gibi uyuşuk uyuşuk yatıyor ve başını ağır ağır benden yana çeviriyordu. Karşılaştığım her yaratık inanılmaz bir uyuşukluk içindeydi.

nehrin çağıltısı kânın kulaktaki uğultusu gibiydi. Sahiplerini göremediğim telaşlı sesler geri dönmemi haykırıyordu, sonunda
bir titreme geldi ve ben korkudan bayılacak bir halde, karşıma çıkan sivri bir kayalığa doğru yüzdüm. Orada, ayışığının
altında bir yaratığın durduğunu gördüm, bir çocuk boyutlarındaydı, çıplaktı ve eril ya da dişil oldiığuna dair bir işaret yoktu bedeninde; alnında Polyphemos gibi üçüncü bir göz vardı ve hiç kıpırdamadan ülkenin iç kesimlerini gösteriyordu. Sonra
çalılıkların arasında uzanan beyaz, düz bir yolda ilerlemeye başladım, fakat ayağımın altındaki zemini hissetmiyor, etrafımdaki ağaç ve çalılara dokunmak istediğimde yüzeylerini kavrayamıyordum: Arada ince, aşılmaz bir hava tabakası vardı hep. Çürük odunlarınkine benzer solgun bir parıltı kaplamıştı her şeyi ve görmeyi belirginleştiriyordu. Algıladığım şeylerin silüetleri gevşek, bir yumuşakça gibi peltemsi ve tuhaf bir biçimde büyümüş gibiydi. Küstah yuvarlak gözlü tüysüz yavru kuşlar, besiye yatırılmış kazlar gibi semiz ve kabarık, ağaçlara tünemişler; cırtlak ötüşlerini boca ediyorlardı üzerime, henüz yürüyecek halde olmamasına rağmen gelişkin bir hayvan kadar iri bir geyik yavrusu yosunların üzerinde domuz gibi uyuşuk uyuşuk yatıyor ve başını ağır ağır benden yana çeviriyordu. Karşılaştığım her yaratık inanılmaz bir uyuşukluk içindeydi.

Yavaş yavaş nerede olduğumu kavramaya başladım: Bizim dünyamız kadar gerçek ve sahici, ancak onun yalnızca bir yansıması olan bir ülkedeydim: Dünyadaki asıllarının iliğiyle beslenen, onları sömüren ve onlar orada mutluluk ve sevinç bulma umuduyla boşu boşuna kendilerini yiyip bitirirlerken, burada devasa boyutlara ulaşan hayalet ikizlerin diyarında. Dünyada yavru hayvanların anneleri vurulup gittiğinde, yavrular acılar içinde açlıktan ölene dek güvenle, inançla yiyecek bekleyip dururken, onların bu kahrolası hayaletler adasında ürkünç birer ikizleri oluşuyor ve bu ikizler bizim dünyamızdaki yaratıkların tükenen hayatını bir örümcek gibi emiyor: Vârlıkların umut etmekle yitirdikleri mevcudiyet gücü burada bir cisme ve hızla üreyen zararlı otlara dönüşüyor, toprak beklemekle boşa geçirilmiş bir zamanın gübreleyen nefesiyle gebe kalıyor. Ve yürümeye devam ettiğimde insanlarla dolu bir şehre vardım. Birçoğunu dünyadan tanıyordum, onların sayısız umudununun boşa çıktığını ve her geçen yıl bellerinin daha da büküldüğünü, buna rağmen hayatlarını ve zamanlarını yiyip bitiren vampirleri -kendi ifrit Ben'lerini- bir türlü kalp- lerinden söküp atamadıklarını anımsadım. Burada sünger gibi şişmiş, birer hilkat garibesine dönüşmüşlerdi; kocaman göbekleri, katmerlenmiş yanaklarının üzerindeki sabit, camsı gözleriyle yağlarını titrete titrete geziniyorlardı. Sırıtkan bir kalabalalık, tabelasının üzerinde

Fortuna Gişesi
Her Bilet Büyük ikramiyeyi Kazandırır

yazan bir bankadan altınla dolu çuvalları sürükleyerek itiş kakış dışarı çıkıyordu; etli dudaklar doygun bir şâpırtıyla büzülmüştü: Dünyada doymak bilmez bir kazanma açlığıyla yok olup gidenlerin yağ ve pelteye dönüşmüş hayaletleri.

Sütunları göğe uzanan tapınağımsı bir salona girdim; pıhtılaşmış kandan bir tahtta insan vücutlu, dört kollu bir canavar oturuyordu, iğrenç sırtlan ağzından salyalar akıyordu: Düşmanlarını yenmek amacıyla kurbanlar adayan batıl inançlı Afrika kabilelerinin savaş tanrısı.

Salonu dolduran çürümüşlük atmosferinden dehşete kapılıp kendimi sokağa attım ve görkemiyle şimdiye dek gördüğüm her şeyi gölgede bırakan bir sarayın önünde şaşkın kalakaldım. Geniş mermer basamakları sanki bu yerin tek sahibi ve efendisiymişim gibi çıkmıştım ki, kapıdaki tabelada adımı okudum:


Johann Hermann Obereit.

İçeri girince, erguvan rengi giysilere bürünmüş ve bin köle kadının bana hizmet ettiği şatafatlı bir ziyafet sofrasına kurulmuş olduğumu gördüm, bu kadınlarda, bazıları çok kısa bir an bile olsa, ruhumu ve bedenimi dolduran bütün o kadınları yeniden tanıdım. Onun -ikizimin- bütün hayatım boyunca burada zevk içinde yaşayıp keyif çattığını ve benim umut ederek; özlem duyarak, bekleyerek Benimin büyülü gücünü ruhumdan akıtıp ona hayat verdiğimi, onu zenginliğe boğduğumu kavrayınca tarifsiz bir nefrete kapıldım:

Bütün hayatımın her tür beklemekten ve yine beklemekten -dinmek bilmez bir tür kanamadan ibaret olduğunu ve anı hissetmek için bana kalan zamanın saatlere bile vurulamadığını dehşet içinde fark ettim. 0 zamana dek hayatımın anlamını bellediğim şey bir sabun köpüğü gibi yok oldu gözlerimin önünde. Bakın, dünyada ne gerçekleştirirsek. gerçekleştirelim, bunlar hep yeni bir bekleyişe, yeni bir umuda yol açar; bütün evren doğamâmış bir şimdiki zamanın cesedinin saçtığı pis kokuyla dolu: Bir doktorun, bir avukatın, bir memurun bekleme odasında kapıldığımız o sinir bozucu zayıflığı hissetmeyen var mıdır? Bizim hayat dediğimiz şey, ölümün bekleme odasıdır. Birdenbire -o anda- zamanın ne olduğunu kavradım: Biz zamandan yapılma ürünleriz, maddeden oluşmuşa benzeyen ama akıp giden zamandan başka bir şey olmayan bedenleriz.

Ve her geçen gün mezara daha fazla yaklaşmamız, beklemek ve umut etmenin belirtileriyle birlikte Yeniden-Zamana-Dönüşmek'ten başka ne ki- tıpkı, sobanın üzerindeki buzun cızırdayarak yeniden suya dönüşrnesi gibi! Bunu kavradığım an; ikizimin bir titremeye tutulduğunu ve yüzünün korkuyla çarpıldığını gördüm. İşte o zaman ne yapmam gerektiğini anladım: Bizi vampir gibi emen o hayaletlere karşı sonuna dek savaşmak: Ah, onlar, hayatımızın asalakları, insanlara neden görünmediklerini ve bakışlardan neden gizlendiklerini gayet iyi biliyorlar; şeytânın da en büyük. alçaklığı sanki yokmuş gibi davranmasıdır.

Ve o günden sonra "beklemek ve umut etmek, kavramlarını hayatımdan sonsuza dek sildim." Yaşlı adam sustuğunda, "Sanırım Bay Obereit; sizin gittiğiniz o korkunç yoldan gidecek olsaydım, daha birinci adımda yere yığılıp kalırdım," dedim; "hiç durmadan çabalayarak, beklemek ve umut etmek,duygusunun uyuşturulabileceğini anlayabiliyorum, yine de..."

"Evet, ama yalnızca uyuşturulabilir! Beklenti, içimizde yaşamaya devam eder. Meseleyi kökünden halletmeniz gerek!" diye sözümü kesti Bay Obereit. "Dünya üzerinde bir otomat gibi olun! Yâşayan bir ölü gibi! Bekleyişle en ufak bir ilgisi olduğu takdirde, size göz kırpan bir meyveye asla uzanmayın, kılınızı bile kıpırdatmazsanız her şey kendiliğinden kucağınıza düşer. Başlangıçta ıssız çöllerde gezinmek gibi, hem de uzun bir süre boyunca, ama birdenbire etrafınızda bir aydınlık oluşur ve güzel çirkin her şeyi; yepyeni, beklenmedik bir parlaklıkta görürsünüz. O zaman sizin için "önemli, ya da önemsiz", diye bir şey olmayacak, her olay hem "önemli, hem de önemsiz", olacak, o zaman Siegfried gibi ejderha kanına bulanacak, yaralanmaz olacaksınız ve kendiniz hakkında şunu diyebileceksiniz: Kar beyazı yelkenler açıyorum ebedi hayatın sonsuz denizinde."

Johann Hermann Obereit,ın bana söylediği son sözlerdi bunlar; - onu bir daha hiç görmedim: Aradan yıllar geçti, öğretinin gereğini yapmak için elimden gelen çabayı sarf ettim ama beklemek ve umut etmek yüreğimden gitmek bilmiyor: Zararlı otları söküp atmak için fazla zayıfım; ve artık şaşırmıyorum mezarlıklardaki sayısız mezar taşında bunca ender rastlamama şu kitabeye:


V ¦ I
---------
V ¦ 0

Gustav Meyrink

xxx