MELEKLER
ZAMANI'ndan
(s.74)
"Evet. Ben estetiğe meraklıyımdır.
Ahlaksal hiçbir kaygım yoktur.
Tanrı falan gibi bok püsürüğe sen de
inanmazsın, değil mi?"
Muriel, "Hayır" dedi. Çağın
sorunlarından biriyim ben. Yalnız gezen
kurtlardanım, hani şu... adı neydi,
Dostoyevski'deki adam gibi biraz. Kendimi
ahlaksızlık konusunda yetiştirmek istiyorum; bütün
o eski gelenek görenekleri
içimden söküp atmalıyım ki elime yalan söyleme
fırsatı geçince söyleyebileyim.
Değerler görecedir zaten, mtlak değer diye bir
şey yoktur. Zaten hayat da öyle
kısa ki! Atom bombası da cabası. Sonra bir
sabah kalkınca bir de bakıyorsun
bir yerin şişmiş, meğerse kansermiş."
"Biliyorum. sen hayattan ne bekliyorsun Leo?"
"Ünlü, güçlü ve zengin olmak istiyorum.
Herkesin istediği budur
aslında, yalnızca açıkça söylemeye yürekleri
yetmez. Ahlaklı insanlar geridir.
Uyanıp kendi kendilerini anlayamamışlardır."
"Haklı olabilirsin," dedi Muriel.
"Hak veriyorsun bana, yaşasın! Hadi
birlikte sorunlu genç olup suç
işleyelim. Hiç değilse toplumsal bir roldür
bu."
"Yalnız ben, senin 'ahlaksız' dediğin
gibi olmak için çaba harcamaya
değmeyeceğini düşünüyorum. Gelenek göreneklerin
senin sandığından daha
derinlere gittiği kanısındayım."
"Yani benim başka yoldan gene ahlaklı
davrandığımı mı söylemek
istiyorsun? Ne korkunç bir düşünce."
"Olabilir. Ahlaksızlık alıştırması
olarak başka neler yapıyorsun sen?"
"Bunu şimdi göstereceğim sana."
"Nasıl?"
"Bana biraz borç para vermeni istiyorum."
Muriel güldü. "Borcunu ödemeyerek pratik
yapmak niyetiyle herhalde!"
Dönüp gence baktı. Leo'nun yüzü sisten ıslanmış
pembe pembeydi. Rutubetten
koyulaşıp kep gibi başına yapışmış saçlarıyla
bir yarışçıyı andırıyordu, genç
bir gladyatörü. "Benim hiç param yok,"
dedi Muriel. "Ne kadar istiyorsun?"
"Yetmiş beş pound."
"Sana yardım edemem. Meteliğim yok."
"Çok yazık. Ama denemeye değerdi, değil
mi? Müthiş zengin de
olabilirdin."
"Ne için istiyorsun parayı?"
"Bir kızla ilgili bir şey. Anlarsın ya."
"Hmm. Neyse, sen de bir şeyler çal, öyleyse.
İşte buna ahlaksızlık
demeye değer."
"Biliyor musun, dediğini yapacağım galiba.
Ne zamandır bir JEST yapmam
gerektiğini düşünüp duruyorum. Şimdiye
kadar hiç jest yapmdaım, sanıyorum. Sen
yaptın mı?"
"Bir sürü. Şimdi artık gitsek iyi olacak."
Başlangıçta eğlendirici, iç
açıcı bulduğu konuşma Muriel'in artık içini
karartmaa başlamıştı. Belki hava
kararmıştı da ondan.
"Biliyor musun, bence sen bir harikasın.
Son derece eşsiz birisin.
Özgür bir kadınsın, özgür, erkekler gibi.
Ben senin kavalyen olacağım. Sen
bana görevler yükleyeceksin. Eski zamanlardaki
şövalyelerle hanımlar gibi.
Sana o yalanları söylediğim için özür
dilerim."
"Zararı yok. Yalnız bundan böyle pratiğini
benim üzerimde yapma."
"Bana bak, o yalanlardan ötürü beni
cezalandırman gerekmez mi senin?"
"Gerekir belki de. Hangi yöntemi önerirsin?"
"Bilmem. Bir şeyler mi ödemeliyim ne?"
Muriel basamakları çıkmaya başlamışken gene
telaşlı sulara doğru
döndü. Sular şimdi hafif morumsu bir kurşuni
renkteydi.
"Thames Irmağı'na bir kurban vermelisin."
"Şahane fikir! Ne kurban vermelisin."
"Yanında değerli olarak ne varsa."
"Biliyorum, okulumun atkısı. Severim bu
atkıyı aslında. Onu kurban
etmem yeni başlayacağım matematiksiz harika yaşamın
bir simgesi olacak."
Leo aşağı inerek atkıyı boynndan çekip aldı
ve havada cakayla
sallayarak suya attı. Atkı ses çıkarmadan
suya düştü, rengi karardı ve daha
batmadan sürüklenip sis halkasının için karıştı.
Her şey öyle çabuk olup bitmişti ki Muriel
soluğunu kaygılı bir sesle
içini çekti. Bir şiddet eylemiydi bu, bir şeyi
boğmaya benzer. Muriel en üst
basamağa çıktı.
"Muriel, bir dakika bekle." Le oda
onuun yanına gelmişti.
"Ne var?"
"Muriel, sen de yalan söyledin."
"Ne yalanı?"
"Sen otuzdört yaşında falan değilsin
hayatım."
Muriel başını arkaya, pürtüklü duvara
dayayarak güldü.
"Tamam. Otuz dört yaşında değilim. Kaç
yaşında olduğumu sana
söylemeyeceğim. Senden büyük olduğumu
bilmekle yetin."
"Olgun kadın. Şimdi oldu. Ama dinle beni
senin de ceza ödemen
gerekmiyor mu dersin?"
"Olabilir. Benim cezam ne olacak?"
"Beni öp."
Daha Muriel kıpırdayamadan Leo elleriyle onu
yanında tutmuş, gözlerini
yummuştu bile. Öylece kaldılar orada, ağız ağıza
Muriel de gözlerini kapadı.
.............................................................................
s.122
"Hey, Selam." Leo başını kapıdan
uzatmıştı.
"Gel, gel içeri." Leo'nun ziyaretleri
seyrekti. Eugene hemen yerinden
fırladı. Oğlunun yanında bedensel bir rahatsızlık
duyuyordu, bir elektrik
akımıyla sakatlanmış, sönükleşmişçesine.
Tutuk adımlarla yatağın yanından
dolandı, iğreti bir biçimde duvara yaslandı.
"Ne zamandır dışarıda bekliyorum. Karının
çenesi hiç durmayacak
sandım."
"Böyle çirkin konuşman doğru değil,"
dedi Eugene üstünde durmadan,
bezgince. Öyle çok söylemişti ki bunu Leo'ya.
"Canım, ona bir zararı dokunmuyor ya. Peki,
özür dilerim. Oturmaz
mısın? Çok komik duruyorsun orada, köşede."
Eugene oturdu. Uzun boylu, ince yapılı oğlunu
hiç eksilmeyen bir
şaşkınlıkla süzdü; onu böylesine büyümüş,
böyle yakışıklı ve küstah görmenin
verdiği şaşkınlıkla. Bu şaşkınlık yanında
bir çekingenliği ve dışa vurulmaz
bir sevginin dilsiz sızısını getirdi.
Birbirlerine karşı nasıl
davranacaklarını asla bilemiyorlardı; herhangi
bir temas tekniği, bir
yakınlaşma yöntemi geliştirememişlerdi.
Eugene şimdi Leo'nun yüzünde kendi
şaşkınlığına eş bir ifade okudu: kararsız,
ürkek bir cüret.
Birbirlerinin odadaki varlığını okunmaz, baş
edilmez birer nesne
olarak algılıyorlardı. Eugene omuzlarını kıstı.
"Ne istiyorsun?"
"Sana söyleyeceğim bir şey var. Daha doğrusu,
itiraf edeceğim demek
daha yerinde olur sanırım."
"Ne?"
"Şu senin eski şeyle ilgili..."
"Ne şeyi?"
"Hani şu ikona."
"Ya. Bulundu mu yoksa?" Eugene sıkıntısını
unuttu. Bedeni yeniden
dolgunlaşır gibi oldu.
"Pek öyle sayılmaz. Ama nerede olduğunu
biliyorum. Yani bildiğimi
sanıyorum."
"Neredeymiş, nerede?"
"Biraz yavaş," dedi Leo. "Hikayesi
uzun. Yatağa oturabilir miyim?" Alt
ranzaya sokuldu, dizüstü oturup başını
uzatarak babasına baktı.
"Neredeymiş peki, ne olmuş?"
"Şey, nasıl diyeyim, ben almıştım onu,
sözgelimi."
"SEN mi almıştın?"
"Evet. Biraz paraya ihtiyacım vardı, aldım
ve sattım. Hala sattığım
dükkandadır sanıyorum."
Eugene susuyordu. Ani ve yoğun bir ıstırapla,
alçaldığını hissetmişti.
Leo'dan yana bakamıyordu, utanan sanki
kendisiydi. Gözlerini yere dikti. Leo
ikonayı almış ve satmıştı. Olay onun sandığı
ve alışıp kabullenmeye çalıştığı
gibi temiz bir yitim değildi. Bulanık, çirkin,
kişisel bir şeydi, ucu
bükülerek ona saplanan, onu yerin dibine sokan
bir şey. Eugene başını eğdi,
sessiz kaldı.
"Ey, kızmayacak mısın bana?"
Eugene kendini zorlayarak orada çömelmiş
oturan çocuğa baktı. Öfke
duymuyordu; karşısındakinin kendini umarsızca
yaralayıp alt etmesine izin
vermiş birnin utancını ve şaşkınlığını
duyuyordu yalnızca. Çalışma kamplarında
geçirdiği yılların eski utancını duyuyordu,
sırtına vurulmuş bir
damgaymışçasına. Sonunda, "Kalk o yatağın
üstünden de seni doğru dürüst
göreyim," dedi.
Leo hemen kalktı, ufak bir sıçramayla topuklarını
bitiştirerek
babasının karşısına geçip durdu. O geniş ağzının
köşeleri, elinde olmadan
yukarıya doğru kıvrılmıştı, bir mutlu
insan karikatürü gibi. Çilli, soluk
yüzü dikkat ve beklenti doluydu.
"Neden yaptın bu işi, para neye lazımdı?"
"Valla nasıl söylesem, epey korkunç bir
şey, ama anlatsam iyi olacak
herhalde. Okulun bir miktar parasını zimmetime
geçirmiştim de. Bir kulübün
parasıydı; ben de kulübün saymanıydım.
Parayı bin türlü şeye harcadım, havaya
cıvaya yani. Sonra da hesap vermek durumunda
kaldım."
Eugene daha önce de çok zaman yaşadığı,
kapana kısılmış gibi bir
duyguya kapıldı. Leo bir oyun sahneliyor, onu
da bir oyun sahnelemeye
zorluyordu. Hiçbir çıkış yolu yok muydu
buradan, birbirlerine basit ve
dolaysız olarak seslenebilmelerinin bir yöntemi,
bu bildik laf kalabalığını
susturacak herhangi bir yakarı, bir haykırı
yok muydu? Eugene, Leo'nun
ayağınındaki sivri burunlu ayakkabılara bakt.
Öfke işe yarayabilrdi, ama o
öfke duymuyordu ki! Yalnızca mutsuz, süklüm püklüm
bir yenilgi duygusu. Öz
oğlunca alaya alındığı halde bir şey
yapmayan bir adamdı o.
"Çok yanlış bir şey yaptın." Daha
ağzından çıkarken bu sözler Eugene'e
tümden anlamsız geldi. Bunları Hitler'e ya da
bir kasırgaya söylemek aynı
kapıya çıkardı.
"Biliyorum, ama para bulmak zorundaydım."
Leo açıklama yapmaya can
atarmış gibi bir sesle konuşuyordu. "Yoksa
rezil olacaktım."
"Zaten rezil oldun. Neyse, artık bir nemi
yok." Eugene şimdi Leo'nun
gitmesini istiyordu. Olayın, içini böylesine
yakmasının son bulmasını
istiyordu.
"Vay canına, böyle konuşamazsın. Elbette
önemi var. Neyse, zaten geri
alıp sana getireceğim."
"Anlamıyorum, nasıl yapabilirsin bunu?
Parasını harcamışsan. Hem zaten
istemem artık. Onsuz da yaşarım."
"Yakamı böyle kolayca bırakamazsın."
"Yakanı bıraktığım yok. Ama artık bu
konuyu konuşmak istemiyorum.
Önemi yok."
"Ay, ne olur , böyle sakin karşılama bunu.
Ateş püskürmen gerekir
bana. Kulaklarımı falan çekmen gerekir."
"Bu yaştan sonra başlayamam ya artık,"
dedi Eugene. Başını kaldırdı,
gözler, ışıktan kamaşırcasına alnını
buruşturarak karşısındaki o soluk,
eyecanlı yüze baktı. "Şimdi lütfen git
artık."
"Ama özür dilemedim ki daha."
"Nasılsa pişman değilsin."
"Pişmanlık dediğin şey yalnızca bir bakış
açısıdır aslında. Basit bir
şey."
Eugene, "İkonamı çaldığın yeter,"
dedi. "Bu deli saçmalarını dinlemek
istemiyorum. Anlayamıyorum seni. Hiçbir zaman
da anlamadım."
"Hah şöyle, bu daha iyi. Kızmaya başladın.
İyi gelir bu sana. Belki
bana da iyi gelir. Bana bak, sahiden pişmanım,
inan. Benim kötü fikirlerimden
biriydi bu. Ama sahiden geri alacağım. Oradan
da çalarım herhalde."
"Çalarsan," dedi Eugene, "ben de
seni polise teslim ederim."
Ayağa kalktı. Birden öfkesinin boşaldığını
hissetti. Bir ferahlık
verdi bu ona, iletişim duyusu. Sanki sonunda Leo'yu
sımsıkı kavrayabilmişti.
"Ama istiyorsun o şeyi, öyle değil mi?"
"Artık istemiyorum. Berbat ettin. Her şeyi
berbat ettin. Hem de resmen
bile bile yaptın bunu. İçimi bulandırıyorsun,
tiksindiriyorsun beni. Seni adam
gibi büyütmeye çalıştım, ama sen yalancının,
hırsızın birisin."
"Bilmem ki, fazla bir şansım olmadı belki
de."
"Ne demek istiyorsun?"
"Ömrümde sahici bir evde oturmadım ki!
Sahiplik duygusunu nereden
bilebilirim?"
"Elimden geleni yaptım senin için. Her şeyi
senin için yaptım." dedi
Eugene. Sesi kendiliğinden sızlanır gibi çıkmıştı,
sonra öfkesi gene bastı.
Leo'nun böyle iğnelemesine nasıl izin
verebilirdi?
"Ömür boyu hep çadı hayatı yaşadık.
Adam gibi bir iş yapmayı hiç
istemedin ki sen."
"Yapabileceğim işi yaptım, sana baktım.
Hala da bakıyorum."
"Bakmıyorsun işte. Sonra İngiliz olmaya
gayret bile etmedin."
"Gayret edemezdim. Neden edecekmişim hem?
Ben Rusum. Sen de öyle."
"Değilim işte. Hiçbir şey değilim. Hiçbir
zmaan kafana sokamıyorum ki,
bütün bunlar anlamsız benim için, bir hiç."
O deminki oyunbaz gerginlik
Leo'nun yüzünden silinmişti. Ağzının uçları
sarkıp gözleri kırpışmıştı,
dayaktan korkan ağlamaklı bir çocuğa
benziyordu.
"Aslını yadsıyamazsın."
"Rus değilim ben. Her şeyden nefret
ediyorum. O yere batası ikonadan
da nefret ederdim. Çevrende küçük bir Rusya
yaratmışsın. Bir düşler aleminde
yaşıyorsun sen. Aslında tek istediğin başını
sokacağın bir delik."
"Kes bana bağırmayı!"
"Bağırmıyorum. Hem sen zaten Sovyetler
Birliği'ni de bağışladın."
"Sovyetler Birliği'ni bağışladığım
falan yok. Hayır, belki de
bağışlamışımdır. Tarihi değiştiremiyorsun
ki! Kendi vatanımdan ne diye nefret
edeyim?"
"Senin vatanın değil orası. Vatanın yok
senin. Beni de vatansız
yaptın. Ulu Tanrım, keşke Amerikalı olaydım!"
"Şimdiye kadar senden duyduğum en çirkin
laf bu. Sesini de lütfen kıs.
Konuttan duyacaklar."
"Duyarlarsa duysunlar, umurumde değil.
Duysunlar bakalım. Bizim
onlardan eksik bir yanımız mı var yani?
Tutturmuşsun bir 'Miss Muriel,' bir
'Evet efendim,' duyan da seni köle falan sanır."
"Benimle konuşmayı kes, buradan da defol.
Beni hiçbir zaman saymadın
zaten, hiçbir zaman gerektiği gibi sevmedin."
"Neden sevecekmişim seni? Babam değil
misin?"
"Lütfen, lütfen, lütfen," dedi
Muriel, tam o sırada odaya girmişti.
Leo hemen arkasına dönüp ellerini yüzüne örttü.
Hala öfkeden taş
kesilmiş gibi duran Eugene donuk gözlerle kıza
baktı. nun öyle araya girmesine
müthiş canı sıkılmış, her şeyi duyduğu için
de son derece kızmıştı.
Muriel, "Çok özür dilerim," dedi.
"Kapıyı vurdum, ama öyle yüksek
sesle konuşuyordunuz ki duymadınız."
Bir duralama oldu. Eugene gözlerini duvara dikmişti.
Leo'dan,
kendinden, her şeyden tiksiniyordu. Vücudu
umutsuzlukla gevşedi. Leo kendini
toparlamıştı, dönüp Muriel'e baktı. Yol göstermesini
bekliyormuş gibi boş,
donuk gözlerle baktı. Muriel'se ondan yana ince
bir tiksintiyle bakmaktaydı.
"Babanla böyle konuşmamalısın,"
dedi. "İğrençsin sen."
Leo bir an ona, çok yorgunmuş da söyleneni tam
kavrayamıyormuş gibi
baktı. Sonra gülümsedi. "Bir sürüngen.
Öyle değil mi?"
"Of, defol git!" dedi Muriel.
Leo, şöyle bir babasından yana doğru döndü,
ama yüzüne bakmadı ve bir
şey fırlatıyormuş gibi bir el işareti
yaparak dışarı çıktı, kapıyı arkasından
sertçe kapadı.
.............................................................................
s.102
Piskopos hafifçe kaş çatmıştı. "Demin
dediğim gibi, çağımızı bir geçiş
dönemi olarak ele almalıyız. İnsan soyunun,
nasıl desem, büyümeye başladığı
bir çağ. Hıristiyanlığın kendine özgü
tarihsel doğasının ortaya attığı
entelektüel problemler vardır ki, bunlar aynı
zamanda manevi problemlerdir.
Teolojinin sembolizminin büyük bölümü, daha
basit olan eski çağlarda
insanların dini anlamasına yardımcı olurken,
bu bilim çağında, şnanca engel
oluşturuyor. Bu sembolizm resmen yanıltıcı
bir şey olup çıktı. Değişmesi
gerek. Ne de olsa, yeni bir şey değil bu.
Kilisenin her zaman anlayagelmiş
olduğu bir zorunluluktur. Tanrı tarihte vardır
ve etkendir. Dıştaki mitoloji
değişir, içteki gerçek hep aynı kalır."
Norah, "Siz benim sorumu tam yanıtlamadınız,"
dedi. "Ama zararı yok.
Eğer niyetiniz İsa'yı çöpe atmaksa bunu açık
açık belirtmelisiniz. Din
dediğiniz şey zaten mitosun ta kendisidir."
"Hiçbir mistik böyle düşünmemiştir,"
dedi Piskopos. "Onlardan da
inanılır kimimiz var? 'Uysal karanlık aynanız
ola!' Tanrı'ya en çok
yaklaşanlar karanlıktan, hatta bomboşluktan söz
etmişlerdir. Sembolizm
sıyrılıp düşüyor, çok derin bir gerçek
var burada. Tanrı'ya baş eğmek süssüz
püssüz olmalıdır, bir bakıma hiçliğe baş
eğmek gibi bir şey."
Norah, "Ben şahsen, Tanrı yoktur deyip
kurtulmayı buna yeğlerim,"
dedi. "yani hepimizin birer mistik mi
kesilmemiz gerekiyor, sizce?"
"Bir sınama dönemidir bu," dedi
Piskopos. "Çağrılanlar çok da,
seçilenler az. Kilise dişini sıkıp çok sancılı
bir değişimden geçmek zorunda.
Durumların iyileşmesi için önce kötüleşmesi
gerek. İmanımıza çok ihtiyacımız
olacak. Rabbimiz, Sion'un tutsaklığını geri
getirecek."
Norah, "Olabilir," dedi. "Ama bana
kalırsa bu bilim çağında Tanrı
babadan çok, manevi değerlerin altını çizmemiz
gerek."
Piskopos gülümsedi. "Ben de bir kişiden söz
etmiyorum zaten," dedi.
"Kişilere gerek yok. Bizim yaşamamız
gereken şey inançlarımızın yıkılması
değil, arınmasıdır. İnsan ruhunun birtakım
derin gereksinimleri vardır.
Maneviyat yeterli gelmez, dersem yanlış anlamayın
beni. Tanrı'ya yalnızca
ahlak düzeninin güvencesi gözüyle bakmak Aydınlanma
Çağı'nın yanılgısıydı.
Bizim Tanrı'ya olan gereksinmemiz maneviyatı aşan
bir şeydir. Çağdaş
psikolojiyi biraz biliyorsanız bunun bir slogan
değil, bir gerçek olduğunu
anlarsınız. İyilik konusunda eskisi kadar
safdil değiliz artık. Kutsallık ve
savap konusunda da o kadar safdil değiliz. İnsanı,
ruh taşıyan bir varlık
oalrak değerini ölçerken, geleneksel iyilik ve
kötülük kavramlarına göre değil
de, Tanrı'ya duyduğu açlığın içtenlik
derecesine bakıyoruz. Yehova, Yakub'a ne
karşılık vermiş? 'Ben dünyanın temellerini
atarken sen nerelerdeydin?' sözü
maneviyat ve ahlakla ilgili bir sav değildir."
"Bilmem, ben bunu her zaman çok zayıf bir
sav olarak görmüşümdür,"
dedi, Norah. "İyilik, sevap demek iyi hal
ve gidiş demektir, bunun ne anlama
geldiğini de herkes bilir. Sizler ateşle
oynuyorsunuz gibime geliyor. Kahve
alır mıydınız?"
Konuşmanın aldığı yön Marcus'u rahatsız
etmişti. Piskopos'un böyle
konuşması hiç hoşuna gitmiyor, neredeyse onu
şoke ediyordu. Bütün "o şeyler"in
gene eskisi gibi sürüp gitmesinin kendince nasıl
önem taşıdığını şimdi
algılıyordu. Kendisi İsa'nın kanının günahları
yıkayıp arındırdığına
inanmıyordu; Baba, Oğul ve kutsal Ruha inanmıyordu,
ama başkalarının
inanmasını istiyordu. Eski yapının oracıkta,
yanı başında varlığını
sürdürmesini istiyordu: Arada elini uzatıp
dokunabileceği bir şey. Oysa şimdi
perde arkasından her şey göze batmaksızın sökülüp
yıkılıyor gibiydi.
"Onların", Tanrı'nın kişi olmadığına
karar vermekte olmaları, İsa'nın
rütbesini küçültmekte olmaları... bu Marcus'u
korkutuyordu adeta.
Norah bir şeyler söylemekte, ona bir fincan
kahve sunmaktaydı.
Dışarıda, sisli karanlığın içindeki ırmakta
bir yerde bir geminin sis düdüğü
ötmekteydi. Birden, bu sıcak, iyi aydınlanmış,
perdeleri sıkıca kapanmış oda
bir topacın kıpırtısız devinimiyle dönüyormuş
gibi geldi ve Marcus masanın
kenarına sımsıkı yapıştı. Piskopos'a dönerek,
"Ama," dedi, "ama ya insan
yaşamı temelde düşünmesi bile insanı
mahveden korkunç bir şeyse? Siz bütün
güvenceleri kaldırıyorsunuz."
Piskopos güldü: "İşte imanın rolü
burada başlıyor."
Norah, "O varsayım anlam taşımıyor,"
dedi. "Marcus, buyur, kahveni
al."
...........................................................................
s.66
Sabah saatlerini sisi yazmaya çalışarak geçirmişti.
Felsefi şiirine
birkaç bölümlük daha ekleyeyim derken nasılsa
sis şiire girivermişti.
Kıvrılan, sürünen, kıpırdayan, gene de kıpırtısız,
her an gerilediği ve hiçbir
yerde olmadığı halde her an yerli yerinde ve
hazır olan, çevresini sessizliğe
zorlayan, soluksuz, gerg,n bir dikkat isteyen bu
sis onun şu sırada korktuğu
bütün şeyleri sıralar gibiydi. Korku şiire
girmiş ve o buna şaşmıştı. Korkuyor
muydu? Korktuğu neydi? Korkuya yer yoktu ki!
Muriel o küçük, mavi hap şişesini
tutup sarsmıştı. Ve şimdi burada, kaldırımda,
yüreği hızla çarparak dururken
duyduğu şey korkudan çok, aşka benziyordu.
Ama aşk, karanlık bir hiçliğin
sevdası olabilir miydi?
.............................................................................
s.85
"Yerinde dur, yoksa bir şeyler devireceksin.
Şimdi seni kapıya
götüreceğim."
"Böyle işkence etmesene bana. Yarın görüşeceğiz,
değil mi?"
"Marcus, kuzum beni görmeye çalışmaktan
vazgeç. Ben de senin dünyanda
yaşamıyorum. Böyle birbirimizi görüp duymamız
bile metafizik bir yanlıştan
başka bir şey değil."
"Carel, nasıl bu kadar ZALİM olabilirsin.
'Hıristiyanlığa hiç
yakışmayan bir...'"
"Bırak bunları, Marcus. Bu kadar alçalmamıza
gerek yok, sanıyorum."
"Tanrı'ya inanmaktan vazgeçmedin ya, Carel?
Hiç değilse o..."
"En iyi sen bilirsin, Marcus; bu çağda aklı
işleyen hiç kimse Tanrı'ya
inanmıyor. Bu konuda bir kitap bile yazıyormuşsun,
duyduğuma göre."
"Ama bu senin için geçerli değil, değil
mi, Carel? Senin için bütün o
söylenenler..."
"Söylenenlerin ne olduğunu bilmiyorum."
"Artık Tanrı'ya inanmadığını, gene de
papazlığı sürdürdüğünü..."
"Tanrı yoksa papazlara özellikle daha çok
gereksinme var demektir."
"Ama Carel, yanlış bir şey olur bu,
korkunç..."
"Yukarıda kimseler yoksa, kimse de kusura
bakmayacak demektir."
"Ciddi olamazsın. Bunların hepsi... bana
yaptığın... işkencenin bir
parçası... ışıkların sönük olması, sonra...
Careli hiç anlamıyorum. Öyle
acayip şeyler söylüyorlar ki hakkında. Eğer
imanını yitirmişsen mutlaka... Ama
yok, sen benimle dalga geçiyorsun yalnızca."
"Bence Tanrı'ya inanan sensin Marcus. Dinde
küfürün olasılığına
inandığın belli."
"Ama aslında senin mutlaka..."
"Yeter Marcus. Senin hayal edebileceğin hiçbir
mahkeme zahmet edip de
benimle uğraşmaz sanırım. Şimdi seni dışarı
çıkarıyorum."
"Sözlerinin bir kelimesine bile inanmıyorum."
"Öyleyse gitmen daha da gerekli demektir."
.............................................................................
s.61
"Rusya'ya geri dönmeyi hiç düşündün mü?"
"Evet. Sahiden düşünürdüm o zamanlar.
Tanya istemiyordu. Ben de
dönmeye korkardım, sanıyorum. Sonra din sorunu
da vardı." Eugene gözlerini
ikonaya kaldırdı. O beyaz örtülü masanın çevresinde,
yüzlerini hafifçe eğmiş
olarak, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh baş başa konuşmaktaydılar.
Altın kanatları
birbiri üstüne binmiş, birbirlerine dolanmıştı.
Hüzünlüydüler. Kendi
yarattıkları dünyada işlerin yolunda olmadığını
biliyorlardı. Kendilerinin de
usulca bu dünyadan uzaklaşmakta olduklarını
hissediyorlardı belki.
.............................................................................
s. 145
"Son derece ciddi sonuçlar," dedi
Carel. "Elizabeth ağ ören bir
hayalcidir. Bu ağ onun hayatı ve mutluluğudur.
Ona yardımcı olmak, onu korumak
bizim görevimizdir, senin ve benim; kendimizi de
bu ağın dokusuna sindirmek,
ona can yoldaşlığı yapmak, elimizden geldiği
kadar. Zorlu bir görevdir bu,
ancak tam bir sakinlik ve huzur havası içinde
yapılabilir." Carel'in sesi
alçalıp bir fısıltıya dönüşmüştü.
...........................................................................
s.172
"Seni tanrıçalaştırmak istemiştim.
Beceremedim. Kara Tanrıçam
yapacaktım seni, karşıt-bakirem, anti-Meryemim."
...........................................................................
s.184
"Marcus, Marcus, Marcus, yakamızdan düş,
diye söylemiştim sana."
"Özür dilerim, ama anlarsın ya ben..."
"Bizi ölmüş say..."
"Ama ölmüş değilsiniz," dedi Marcus.
"Hem zaten Elizabeth..."
"Senin Elizabeth'e karşı hiçbir sorumluluğun
yok."
Marcus, "Mesele o değil," dedi. Doğruyu
konuşacak derecede aklı
başından gitmiş, dili çözülmüştü. "Sorumluluk
meselesi değil bu. Elizabeth
konusunda sinirlerim iyice bozuluyor artık.
Onunla ilgili öyle acayip düşlere
kapılıyorum ki! Onu mutlaka görmem lazım. Çalışamıyorum,
hiçbir şey
yapamıyorum."
"Ne demek istiyorsun, acayip düşüncelere
kapılmak yani?"
"Bilmiyorum, çok gülünç. Karabasanlar görüyorum
onunla ilgili, sanki
bir değişime falan uğramış gibi."
"Mmm."
"Anlıyorsun ya sırf kendi kafamın dinçliği
uğruna, onu görmem gerek."
"Daha sonra, belki. Bakalım. Elizabeth hiç
iyi değil."
Marcus, "Maalesef senin hiçbir söylediğine
inanmıyorum artık," dedi.
İçinde tuhaf bir coşku, hafiflik duyuyordu. Gözlerini
kıstı, şimdi önünde,
lamba ışığının hemen dışında duran Carel'e
baktı.
"Önemi yok." Carel'in sözlerini
izleyen uzun iç çekişi sonunda bir
esnemeye dönüştü.
"Böyle söyleme, Carel; seninle adam gibi
konuşmak istiyorum, lütfen."
"İyi de, ne konuda, sevgili Marcus? Çocukluğumuzun
anılarını tazelemek
mi istiyorsun?"
"Yoo, ne münasebet. Neler düşündüğünü,
nasıl olduğunu konuşmak
istiyorum seninle."
"Zor bir konu, senin için fazla zor."
"Bazı kimseler senin delirmiş olduğunu düşünüyor,
bunun farkında
mıydın?"
"Sen de öyle mi düşünüyorsun?"
"Hayır, elbette öyle düşünmüyorum. Ama
sahiden garip davranıyorsun,
kimseleri kabul etmiyorsun, sonra geçen sefer
bana söylediğin o şeyler.
İmanını yitirmiş olduğun doğru mu gerçekten?"
"Öyle eskimiş sözcükler kullanıyorsun
ki! Yani ne soruyorsun,
Tanrı'nın var olmadığını düşündüğümü
mü?"
"Evet."
"Eh, evet öyleyse, böyle düşünüyorum.
Tanrı yok."
Marcus'un gözleri yarı karanlıktaki uzun boylu,
dingin şeklin
üzerindeydi. Carel'in sözlerinde olağanüstü
bir yetke tınlaması vardı.
Kendisinin her zaman basmakalıp bulduğu sözlerdi
bunlar. Ama şimdi telaffuz
edildiklerini duyunca irkilmişti.
"Demek numara yapmıyordun, geçen sefer
benimle dalga geçmiyordun?"
"Ben seninle dalga geçmek zahmetine girmem,
Marcus, sana yalan
söylemek zahmetine girmeyeceğim gibi."
"Ama Carel, gerçekten inanmıyorsan papaz
olmaktan vaz geçmelisin.
Görevin..."
"Benim görevim papaz olmaktır. Eğer Tanrı
yoksa görevim, olmayan
Tanrı'nın papazlığını yapmaktır. Şimdi
artık, sevgili Marcus..."
"Carel, lütfen, bir dakikacık. Ne olur
bana açıklasana..."
"Sus bir dakika."
Carel dönmüş, odanın içinde aşağı yukarı
dolaşmaya başlamıştı. Marcus
taş kesilmiş, büyülenmiş gibi büzülmüş
oturuyordu.
Kısa bir süre sonra Carel, "Peki, konuşayım
seninle," dedi. "Neden
olmasın? Geçen kez kaba hatlarıyla doktrini
belirttim sana. Şimdi salında
nasıl olduğunu anlatayım mı?"
Gerçi yadsımıştı ama, Marcus, gene de ağabeyinin
delirmiş olduğuna
inanır gibi luyor, ona baktıkça korku
duyuyordu. Kendini tutamadan, alçak
sesle, "Artık işitmek istediğimden emin
değilim," dedi.
"Sevgili Marcus, kimse istemiyor işitmeyi.
Dünyanın en gizli şeyi bu.
Zaten ben söylesem de sen aklında tutamazsın,
çünkü katlanılır bir şey değil."
Carel hala odada volta atıyordu, düzenli adımlarla
değil de bir rüzgarla
sürükleniyormuşçasına dura kalka. Papaz cübbesi
hışırdayıp dalgalanıyor,
duruyor gene savruluyordu.
Carel konuşmasını sürdürerek, "Kürsüden,
Tanrı yoktur, diye ilan etmek
kaç kez içimden gelmiştir, bilemezsin,"
dedi. "İnsan zihninin kavrayabileceği
en dinsel bildiri olurdu bu. Ortada bunu yapmaya
ve de dinleyip anlamaya layık
biri bulunsaydı."
"'Yepyeni' bir fikir sayılmaz ama..."
"Ha, evet, bu sözleri söyleyenler olmuştur,
ama inanan olmamıştır.
Belki Nietzsche inanmıştır, birazcık. Ne var
ki, onun da sanatçı bencilliği
çok geçmeden bu noktayı gölgelemiştir.
Elinde tutamadı bunu. Delirmesinin
nedeni buydu belki de. Gerçeğin kendisi değil
de, onun bu gerçeği zihninde,
düşünce biçiminde saklamayı başaramaması."
Marcus, "Ben bunda o kadar ürkünç bir şey
görmüyorum," dedi. "Ateizm
pekala insancıl bir doktrin olabilir."
"Gerçek hiç de Alman teologların tasavvur
etiği gibi değildir; ne
rasyonalistlerin o sade suya modern teizmlerine
benzer, ne de kendilerine
ateist demekle birlikte birkaç sözcük dışında
hiçbir şey değiştirmemiş
olanların tezlerine. Teoloji öyle uzun süre
kraliçelik yapmış ki hala kılık
değiştirip hüküm sürebileceğini sanıyor.
Oysa her şey değişti artık, 'toto
caelo'. İnsanlar yakında sonuçların etkisini
hissetmeye başlayacaklar,
anlamasalar bile."
Marcus, "Ya sen anlıyor musun?" diye mırıldandı.
Eli, masanın üstünde
bir şey bulup aldı. Bu bir kağıttan uçaktı.
Carel, "Her şeyin mübah olduğunu söylemek
istemiyorum," diye sözlerini
sürdürdü. "Böyle demek saçmalayan bir
çocuğun tepkisi olur. Zaten bunu
söyleyecek yüreği bulanların da hiçbiri
inanmamıştır aslında. Onların istediği
yeni bir ahlak düzeninden başka bir şey değildir.
Ama gerçeğin kendisini onlar
da kavrayamamışlardır, yoksa salt bir kavram
onları öldürürdü."
"Ama her şeye karşın ahlak düzeni hala..."
"Tut ki gerçek korkunçtur, kapkara bir uçurumdan
ibarettir ya da izbe
bir dolabın tozları arasında birbirine sokulan
kuşları andırır. Tut ki
yalnızca şerdir gerçek olan, ama bu da şer değildir
artık, çünkü adını
yitirmiştir. Kim kabul edebilir bunu? Filozoflar
böyle bir şeye kalkışmadılar
bile. Felsefenin tümü kolay bir iyimserlik öğretmiştir
insanlara, Platon bile.
Filozoflar yalnızca teolojinin öncü güçleridir.
Her şeyin merkezinde İyiliğin
var olduğuna, kendi örneğini çevreye ışık
gibi yaydığına inanırlar. İyiliğin
tek, tekil ve birleşik olduğundan emindirler.
Ya bundan emindirler ya da
toplumu tanrılaştırırlar ki bu da aynı şeyi
başka bir tarzda söylemektir.
Filozofların içinde Kaos'tan ve Eskil Geceden
sahiden korkan, ancak bir, iki
kişi çıkmıştır, bunu görebilenlerin sayısıysa
daha bile azdır... Ve eğer bir
çatlaktan, yüzeyin bir yırtığından bunu
şöyle bir çala görseler bile, hemen
koşarak masalarının başına dönmüşlerdir
ve bunun böyle olamayacağını açıklamak
için gecenin daha geç saatlerine kadar çalışmışlardır.
Bu yorum uğruna acı
çekmiş, hatta ölmüşlerdir ve, işte buna,
gerçek demişlerdir."
"Ama sen kendin inanıyor musun gerçekten..."
"Dünya konusundaki bütün yorumlar çocukçadır.
Bu niçin açıkça
görülemiyor? Bütün felsefe bir çocuğun
gevezeliğidir. Yahudiler bunu birazcık
anlamışlardı. Karanlık ve ürkü içeren tek
din onlarınkidir. Yakup'un kitabını
yazan kişi doğruyu anlatmıştı. Yakup anlam
ve adalet ister. Yehova karşılık
olarak bunların var olmadığını söyler. Yalnızca
kudret vardır ve kudretin
mucizesi. Yalnızca 'kaza' vardır ve kazanın
dehşeti. Ve eğer ortada yalnızca
bu varsa, Tanrı yok demektir, filozofların söylediği
o tekil iyilik de bir
yanılsama ve yalandan ibarettir."
"Dur bir dakika," dedi Marcus. Sesi
odanın içinde ani, haşin ve kaba
çıkmıştı; sanki Carel'in sözleri yüksek
sesle söylenmiş değil de telepati
yoluyla zihne sızmış sessiz birer bildiriydi.
"Dur bir dakika. Bunlara ille de
karşı çıkacak değilim. Ne var ki gündelik
ahlak düzeni hala ayakta, gündelik
insanca davranışlar hala geçerli. Oysa sen
sanki..."
Carel, "İyilik varsa tek olmak zorundadır,"
dedi. "Çoğulluk puta
tapmak değildir, şer'in zaferidir, daha doğrusu
eskiden şer diye anılan, ama
şimdi adsız olan şeyin zaferi."
"Anlamıyorum seni. Ahlak konusunda anlaşmazlıklar
olabilir, gene de
aklımızı kullanarak..."
"Tanrı'nın ortadan yok olması, insan aklının
doldurabileceği bir
boşluk bırakmakla kalmadı yalnızca, Tanrı'nın
ölümü melekleri de serbest
bıraktı. Ve melekler kokunçtur."
"Melekler mi?.."
"Yönetilen mülkler ve yöneten güçler
vardır. Melekler Tanrı'nın
düşünceleridir. Tanrı artık eriyip düşüncelerinden
ibaret kalmıştır; bunların
doğasını, sayılarının kabarıklığını ve
gücünü kavramak bizim havsalamızı aşar.
Tanrı hiç değilse bizim iyi diye bellediğimiz
bir şeyin adıydı. Şimdi bu ad
bile yok oldu, ruhsal yaşam darmadağın. Sayısız
ruhların çekim gücünü
engelleyebilecek hiçbir şey kalmadı artık."
"Ama... şey, ama..." dedi Marcus; sesi
çatlamış, dedikleri anlaşılmaz
olmuştu sanki. "Ama iyilik gerçekten VAR,
sen ne dersen de, ahlak düzeni,
manevi değerler VAR; bunlar ortadan kalkmadı
daha, etkileri de önemli,
başkalarını düşünüp esirgememiz..."
Carel yumuşak bir gülüşle güldü. "Başkaları
sahiden var mı acaba?
Ancak acı vermek ediminde sonucun nedenle bütünleştiği
görülür ve bu bizi
başkalarının varlığına inandırır. Tüm 'özgecilikler'
bu şişko egoyu besler. Bu
da eskiden beri açıkça görülmesi gereken şeylerden
biridir. Yalnızca o temel
yanılgımız, kendi kendimizi aldatmamız bunu görmemizi
önlemiştir. Yok, yok,
biz kazara var olmuş yaratıklarız, anlamadığımız
güçlerce yönetiliyoruz.
Marcus, seninle bana ilişkin en önemli olg
nedir? Döl yatağına kazara düşmüş
olmamız. Şimdi sokağa çıktığımızda bir
araba altında kalmamızın olası olması.
Bizi ruhsallığa eğilimli kılan şey ölümlülüğümüzden
çok, kazaya, şansa bağımlı
olmamızdır. Beri yandan ruhu bizim için erişilmez
kılan da budur. Biz çamurdan
ibaretiz, Marcus; sonunda dönüp geleceğimiz
yer olan, Varlık dediğimiz o
tekinsiz rahimden başka hiçbir şey de gözümüzde
gerçek değil."
"Tamam, hayallere kapıldığımız olmuştur...
ama şimdi hiç değilse
gerçeği biliyoruz, oradan yola çıkarak..."
"Gerçeği bilmiyoruz, çünkü bu, sana
demin söylediğim gibi,
katlanılamayacak bir şeydir. İyiliğin iyilik
olabilmesi için kişinin hiçbir
işine yaramaması gerekir ki, insanlar bu gerçeği
kendi kendilerinden sonsuza
değin gizli tutacaklardır. Felsefenin,
teolojinin tüm tarihi bu gizleyiş
edimidir. Eski yanılgı sona eriyor, ama başka
türlüleri olacaktır, şimdi
aklımızın alamayacağı meleksi yanılgılar.
Yehova'nın, Leviathan'ın dünyasında
kişi bir amaçsız iyi olmak zorundadır, mantıksız
ve ödülsüz; işte biz
ademoğulları için iyilik bu yüzden olasıdır.
Yalnızca olasız değildir,
düşünülemez bile, bizler onun adını koyamayız,
bizim dünyamızda böyle bir şey
var olamaz. Boş bir kavramdır bu. Aynı şey
Tanrı kavramı için de söylenmiştir.
Söylenenler iyilik kavramı için daha da geçerlidir.
Tanrı'nın ölümüyle önceki
yalan döneminin kapandığına, gerçek bir
ruhsallık döneminin başladığına
inanmak ne güzel bir avuntu olurdu, mutluluk
olurdu. Ama bu da yalandıri hatta
çağdaş teolojinin yalanı budur. Tanrı denen
yanılsamaya kapılalım,
kapılmayalım, iyilik bizim için olasızdır.
Çünkü eşyanın düzenindeki yerimiz
çok aşağılardadır. Tanrı gerçek azizlerin
var olabilmesini olasız kılmıştır.
Ama şimdi o yok olunca özgür kalıp kutsallaşmak
da elimizde değildir. Şimdi de
meleklere yem oluyoruz."
Ev, derinden gelen yumuşak tren gürültüsüyle
titredi. Marcus gözlerini
indirdi, elinde tutmakta olduğu şeye baktı. Bu,
avucunda ezip top yaptığı
kağıttan uçaktı. Marcus ağzının, cenetten
kovulan Adem gibi bağırmak
istercesine açık durduğunu ayrımladı. Şimdi
gözlerini kitap rafına dikmiş,
kıpırtısız durmakta olan Carel'e baktı.
Carel'in gözleri yarı kapalıydı ve
yüzünde şehvete yaklaşan uykulu, hülyalı
bir ifade vardı. Ona karşılık
vermeliyim, diye düşündü Marcus, karşılık
vermeliyim ona. Gözlerinin önünde
ürkünç, ürkütücü bir şeyler belirmekteymiş
gibi bir duygu içindeydi. Adeta
bağırarak, "Ama yanılıyorsun," dedi.
"Olgular var, gerçek şeyler, birbirlerini
seven insanlar, her şey öylesine..."
"İnsan yalnızca bir meleği sevebilir. Bu
ürkünç duygu da sevgi
değildir. Meleklerin iletişim kurduğu kişiler
mahvolmuş demektir."
Marcus, "Ben fikrimi değiştirdim,"
dedim. "Bence sen zır delisin."
"Git öyleyse, hadi git, masum kardeşim
benim. O sade suya irit
teolojine dön. Sen neredeydin, Marcus, ben dünyanın
temellerini atarken, sabah
yıldızları bir ağızdan şarkı söyler ve
Tanrı'nın bütün oğulları sevinçle
haykırırken?"
Marcus ayağa kalktı. "Papazlık yapmayı sürdüreceksin
demek. İçin
bunlarla doluyken o güldürüyü gene de sürdüreceksin."
"Önemi yok. Ayin yaptığım sırada Tanrı
ben'im. 'Nil inultum
remanebit' [Öcü alınmadık hiçbir şey
kalmayacaktır]. Gerçi yargıç yok, ama ben
gene de otomatik olarak cezaya çarptırılacağım,
evrenin ulu gücü tarafından.
Bu gücün en son merhameti olacak benim cezam.
Bu arada ben de bulunduğum yerde
kalıp her şeye dayanıyorum. Dayanıyorum,
Marcus'um benim, her şeyin sona
ermesini bekliyorum."
Adını Carel'in böyle, çocukluğundaki gibi söylemesi
Marcus'un içini
ansızın, bambaşka bir duyguyla doldurdu, ıllık
ve ayıf, ağabeyinden çok kendi
kendine yöneltilmiş bir acıma duygusu. Bir
tedirginlik, umarsızlık belirtisi
arayarak Carel'in yüzüne baktı, ama bu yüz
dalgın, hafifçe gülümseyerek öteye
doğru dönmüştü.
Marcus'a öyle geldi ki Carel ona kapıyı göstermiş,
belki de onu
şimdiden unutmuştu. Gelgelelim bu şekilde çıkıp
gitmeye Marcus dayanamazdı.
Carel'in dikkatini kendi üstüne çekmek
istiyordu, öfke biçiminde bile
olsa.
"Bu çiçekleri Elizabeth'e getirmiştim,"
dedi.
Carel yavaş yavaş ondan yana döndü, onun yüzüne
hala dalgın gözlerle
bakarak masaya yaklaştı. Püskül kafalı
krizantemlere dokundu. "Pakette ne var?
O da Elizabeth için mi?"
Marcus ikonayı anımsadı ve bir an ikonanın
neden kendinde olduğunu
çıkartamadı. "Şu ikona," dedi, dili
dolaşarak. "Sen bilmezsin herhalde, Eugene
Peshkov'a ait bir şey..."
"Ha, şu Polonyalı."
"Rustur, aslında."
"Bakabilir miyim?"
Carel kağıdı açmaya başlamıştı bile.
Lambanın doğrudan vuran ışığında,
çiçeklerin cılız solgunluğunun yanında bu
som ahşap dörtgen, altın rengi ve
maviyle ışıldıyordu. Bronz yaldızlı üç
melaike, alçakgönüllülükleriyle ve
yenilgileriyle yorgun, baş başa vermiş, ince
asaları ellerinde, zarif ve ırak
duruyorlardı. O kocaman kaymak rengi aylalarının
altındaki küçük başlarını
birbirine doğru eğmişlerdi ve tahtları parlak,
süt beyazı br gök üzerinde
yüzer gibiydi.
Carel ikonayı yavaşça elinden bıraktı. Bir
şeyler mırıldandı.
"Ne?" dedi Marcus.
"Upuzun, dedim."
"Uzun mu?"
"Böyle uzun boylu olmaları gerekir."
Marcus, Carel'e baktı. Carel dikkatini hala
ikonaya vermiş, gene
gülümsüyordu, rahat, mutlu bir gülümseme.
Marcus öksürdü. "Kutsal Üçlüyü temsil
ediyor, doğallıkla," dedi.
"Bu üçü nasıl tek olabilir? Ben anlattım
bunu sana. Marcus, lütfen git
artık."
Marcus duraksadı. Aklına söyleyecek başka bir
şey gelmiyordu, gene o
deminki ılık duyguya kapıldı ve içinden
neredeyse ağlamak geldi. "Gene
görüşeceğiz," dedi.
İkonaya bakmakta olan Carel karşılık vermedi.
"Gene görüşeceğiz, Carel."
"Git."
Marcus kapıya doğru bir, iki adım attı. İkonayı
Carel'in elinden
alacak gücü bulamadı. Onu öylece bırakıp
gitmenin azabını, olanaksızlığını
duyumsadı gene.Carel'i bu düşüncelerle baş
başa bırakamazdı. Söylenenlerin
hepsi geri alınmalıydı. Büyü duası
tersinden okunmalı ve her şey gene eskisi
gibi olmalıydı. Birden, ağabeyine dokunma gereğini
hissetti. Dönüp geldi,
biraz eğilerek papaz cübbesinin kara eteğini
avuçladı.
"Dokunma bana!"
Carel ani bir hareketle eteği Marcus'un elinden
çekti. Marcus
doğrulurken Carel öne doğru bir adım daha attı
ve Marcus bir an onun kendini
kucaklamak istediğini sandı. Oysa Carel kasıtlı,
adeta özenli bir hareketle
kardeşinin ağzına sert bir tokat indirdi.
Marcus soluğunu hızla çekerek elini ağzına götürdü.
Etinin utanç ve
acıdan sımsıcak kesilmiş olduğunu hissetti.
Carel'in metalsi yüz çizgilerini
ve düşünceli bir yoğunlukla kendi üzerine
saplanmış olan çini mavisi gözlerini
açıkça seçti.
Carel, "Var oldun, Marcus," diye mırıldandı.
"Bir dakika için var
oldun. Şimdi bas git."
Mavi gözler kapandı. Marcus ayakları dolanarak
kapıdan dışarı çıktı.
.............................................................................
Iris Murdoch
|