| SANAT
                ÜZERİNE Her istek, bir gereksinimden,
                bir yoksunluktan, bir acıdan doğar; giderildiği
                zaman insan yatışır. Ama yatışmış bir kişiye
                karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa
                erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer,
                gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez;
                oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde
                hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin
                ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya
                zorlayabilsin. Alınyazısından kopardığımız
                herşey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya
                benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp
                gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını
                biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.
                İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin
                boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı,
                bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize
                yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde,
                ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur.
                İster bir amacı gerçekleştirebilmek için
                canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden
                sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez:
                iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı
                belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı
                berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan
                başka bir sonuç vermez. Böylece, isteklerin
                tutsağı olan insanoğlu, İksion'un çıkrığına
                ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun
                kemirdiği bir Tantalos'tur o.  Ama kimi zaman, dış bir
                gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an
                isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu,
                iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği
                nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki
                varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler
                olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer
                verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek
                olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye
                çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız
                iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu
                bütün doygunluğuyla yaşarız. Epiküros'un,
                iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı
                olarak gördüğü şey, işte bu acılardan
                kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir
                durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır
                baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından
                sıyrılmış oluruz; İksilon'un çıkrığı
                durur o zaman... Gün batımının, bir saray
                penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı
                ardından görülmesinin önemi kalmaz. ** *
 Katışıksız düşüncenin
                istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık,
                her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri,
                bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin
                ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya
                koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim.
                Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan
                edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle
                canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne
                kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması
                gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik,
                kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri
                ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz
                hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş
                ressamların ruh hali arasında ne büyük bir
                fark olduğunu daha iyi görür. ** *
 Nesnelerin çekiciliği,
                bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir
                zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine
                yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle,
                şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp
                ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu
                bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız
                bunu. ** *
 Kaçamak esini yakalamak ve
                onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin
                işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey,
                insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş
                milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların,
                belli koşullar içinde her zaman duydukları ve
                duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara,
                aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle
                kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın
                yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının
                her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği
                bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde
                yer etmiş olan ve oluşup duran bütün
                izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü
                şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir.
                Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir;
                trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına
                ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı
                duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce,
                ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası
                şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü
                şair, insalığın aynasıdır ve insanlığın
                ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir
                insanlığa. ** *
 Trajedinin eğilimi ve son
                amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama
                iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu
                halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir
                ve yüreklendirir bizi. Gerçi komedinin de, bütün
                öteki hayat betimlenimleri gibi, gözlerimizin
                önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği
                serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları
                geçici kötülükler gibi gösterir bize.
                Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu,
                her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri
                gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın
                sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek
                ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece,
                koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve
                iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak
                ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu
                ve herşeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı
                bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra
                neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve
                sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir.
                Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı
                biçimde sona erer.  ** *
 Müzik, hiçbir zaman
                fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin
                dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü
                ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta
                kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir
                neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu
                tutkuyu, içrahatlığını dile getirdiği söylenmez.
                Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün
                ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür.
                Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve
                eksiksiz bir biçimde kavrarız. ** *
 Melodinin yaratılması,
                insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının
                keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel
                iştir. Dehanın çalışması, burada her
                yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden,
                daha biliçsizdir. Burada gerçek bir esin söz
                konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden
                edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında
                olduğu gibi, müzikte de yetersizdir. Çünkü müzikçinin
                dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve
                en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin
                de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan,
                uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği
                nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı
                cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin
                özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra,
                artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir
                haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı
                öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha
                dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka
                sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın
                gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin
                bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce
                melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı
                bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan
                ve bayağılıklardan arıtır.  Arthur Schopenhauer |